30 Aralık 2012 Pazar

Bu ya da başka sebepten.. HOP.

"Zaman geçti üzerimizden, ezildik". Böyle bir cümleyi birkaç yıl önce hatta geçen yıl dahi kurabilirdim.Hani zaman geçti üzerinden derken, efkarlanırdık ya, hani hem "Ben artık aştım" hem de "Ahhhh ahhh" demeye çalışıp diyememekle, çok içli hisseden bir insan olduğumuzun altını çizmek isterdik ya... Ona benzer bir ruh halini, daha farklı yaşadığımı-ki hep farklı olmak isterdik eskiden- kendimden çok başkalarına anlatmaya yeltendiğimde kesinlikle en baştaki gibi bir cümle kurardım. Şimdi de kurdum ama kurduğum anda da güldüm. "Merhaba, seni eski Karoshi seni... "dedim. "Arada bir zıplayıp benim orta yerime, deniyorsun şansını. Ama ben kanmıyorum bendeki sana. Seni hala seviyorum oysa. İyi ki vardın ve hep var ol. Ve hep zıpla orta yerimde. Hop hop et ki kalbimin varlığını hissedeyim. Sigaranın, gümbür gümbür "Ben burdayım, sen benle olduğun sürece, böyle atacak kalbin!!!" deyişini, senin hop hopların bastırsın, yeter ki. Gümbürdeyen kalp, aşk sonrasını, hop hop eden kalpse aşk içindekini anlatsın... Hop hop etsin kalp, söz başka söylendikçe. Yalansa da, sözün sahibi dahi yalan olduğunu bilmiyordur zaten sözü ederken. Zaman da geçsin üzerimizden, ezilelim de. Yamyassı olalım hatta ama "kurulmuş" saat gibi atmasın kalbimiz.


BİTERDİ PLAK. DİSK BOŞA DÖNERDİ.
DÜŞLERİMİZ ÇARPIP GERİ DÖNEN SULARDI ŞİMDİ
BÖYLE ZAMANLARDA İLK SÖZÜ SÖYLEMEKTEN
KAÇINIRDI HERKES
SONRA BİRİ USULCA KALKAR, HERKESE ÇAY KOYARDI
ANIMSIYOR MUSUN?
 ...sözleriyle (M. Mungan'ın sözleriyle) bakmıştım bu kalbe ama resmin altında "kalp hastalığı-sigorta" yazıyor. Hayata, yanlış mı "bakıyorum"? Bakmasam mı ki..  Çay koyan bendim ama (!)
P.S. Tüm gün çalıştım. Cumartesindeyim hala. Cumartesi 13 ve Pazar 01 arası benim için hala Cuma ertesi. Uyumadıkça bu böyle. Ne dediysem de bu sebepten. 

23 Aralık 2012 Pazar

Tanımakta zorlandığımız yüzlerden, tanımak istemediğimiz yüzlere ulaştık. Zorlansak da bir şeyi istiyorduk. Şimdi istemiyoruz.  En yakın arkadaşımız battaniye oldu. Battaniyeyi çok anar olduk. Kafamıza çekip onu, zorlandığımız her şeyden ve herkesten, istemediğimiz her şeyden ve herkesten- hem de sıcacık şekilde- saklanır olduk. Öyle olması lazımmış "biz gibiler" için. Saklanmazsak, bizim gibiler çok kolay bulunurmuş.  Vurulurmuş. Bunu anladık ve saklandık. Vurulmasak gene de bari..

22 Aralık 2012 Cumartesi

21 Aralık 2012 Cuma

Patlamış mısır kokusu..

Patlamış mısır kokuyor şu an evimiz. Yukarı çıktığımda annemin öksürüğünü duydum. "N'apıyosunuz siz bakalım orda," diye bağırdım. Bizim evde herkes yüksek sesle konuşur-sülalede de. Annem, "Gel, gel sen de gel, "dedi. Açtım kapılarını. Annemle babam, aynı battaniyenin altında, sırtlarını duvara vermiş, televizyon izliyordu. "Yaramazlık yapmıyorsunuz umarım," dedim. Annem, "Canım çok sıkılıyor, kendimi nereye vuracağımı bilmiyorum, hareket ediyorum sürekli, "diye güldü.  Babam, gözlüklerinin altında ışıldayan gözleriyle anneme takıldı: "Deli kadın!!" Kapadım kapılarını, odama kapandım. Yüzümde bugünün güzel gülümsemesi.. Bu anları daha önce de yaşamıştık.. neredeyse aynı sözcüklerle yazmıştım da. Sevineyim ki tekrarı olmuş yaşadıklarımızın ... güzelliğin.
Bugün, annem, babam, Suzi ve ben epey güzel eğlendik. Annemle Suzi "yakalamaç" bile oynadı. "Öpücem öpücem dedim sana.." amaçlı kovalamaca:) Babama kukuleta (yılbaşı kukuletası- hiç kullanmadığım bir sözcüktü kukuleta, umarım doğru yazdım:)) taktık-ki babam bunu kendi başına yapacak en son insandır. Suzi doğduğundan beri çok değişti babam. Kendi yapmasa da, bizim O'na yaptıklarımıza en azından eşlik edecek denli "canlandı".  Ciddi duruşunu kaybettirdik babama da:) Romantik bir adam bile oldu, diyebilirim. "Anamı hiç görmemiş olmak, bana yarım bir hayat gibi geliyor," bile dedi bugün. Yetmişine dayanmış bir adam, anasını özleyen, küçük bir oğlan çocuğu idi bugün. 
Şömine tüm gün yandı. Bazen ben alevlendirdim, bazen annem bazen de Suzi. Babam çatı katında biriktirdiğimiz eski eşyaları kırmaktan yoruluyor mu bilmem ama bu yıl "aslında zorunda olduğumuz" için yaşadığımız şömine akşamları, bize keyif veriyor. Onca sorunun ortasında, çıtırdayan eski eşya parçacıkları.. nefes aldırıyor. Alev alan eski eşyalar, her zaman hüzün geçirmez demek ki ruhlarımıza..
Resim de çektik: "Babam ve annem, başlarında kukuletalarla alevlerin önünde-minderde- kıkırdarken resimleri." Annem, babamın bu hallerine çok güldü. Ben de annemin gülen haline. 
Anasını özleyen küçük oğlan çocuğu şöminenin üstünde duran "o fotoğrafa" bakıyordu belki de ben ve annem gülerken. Yirmi yedi yaşında gitmiş anasına.
Patlamış mısır kokusu, bizim kokumuz bu akşam. Birazı yanmış.
Ve Suzi ve ben:) resimce anlatımımız..

Başka Bir Şey

Beklemediğim gibi yaşadım günü. Kar yağacak dediler, yağdı. İkinci "sabah kahvemi ve sigaramı" içerken, somurtmuyordum da. Kar taneleri-rahatsan- içine illa huzura benzer şeyler yağdırır. Öyleydim; köşede-aynı köşede- durmuştum. İlk sabah kahvemi ve sigaramı içerken, yalnızca hafif hafif dökülüyordu kar. İkincilere geçtiğimde, bahçedeki tahta masaların üstü bembeyazdı. Kaç santimdi ama bilemem, hep öyle anlatılır ya. Metrelerle bir de.. Ama ben bilmem, sayılardan da anlamam ki. Bembeyazdı bana göre.. böyle anlatabilirim "bembeyaz".  Demek ki çoğalmıştı yağmalar ve yere düşüşler.. Yağdı kar; düştü kar. Ben gülümsedim.
Üç öğrenci, "coşmuşlar",  tahta masaların üstündeki karı alıp birbirlerine attılar. Adına bildik, kartopu dediler:)  Kartopunun biri, erkeklerden birinin kafasına geldi. Diğeri, "diğer" erkeğe. Üçüncü de, "pek kıyamadılar" diye kızın kafasını, "istenir" şekilde sıyırdı geçti. Kız, "N'apayım, Adana'da kar mı görüyorum ben??!!!!" dedi. "Bu benim kaçıncı karım ki?" dedi.  Gene gülümsedim, ikinciydi bu da. Gülümsemedim, güldüm:):) Onlar da bana baktılar ve güldüler.  Ben başka şeye, onlar başka şeye güldü-çok büyük ihtimal- ama önemli olan, "gülümsemeden", "gülüşe" geçişti.  Bana da bir "kartopu" lazım mıydı? Lazımdı. Bana atan olsa, daha da çok GÜLERDİM::):) Beklemediğim gibi, "gene" gülerim, hem güldüm de. İkinci ya da üçüncü kez. Sayılardan anlamam ama gülüşleri tanırım ve severim. Kartopları, bunun nedeni.. desem de değil -ki. Başka bir şey. Huzura benzer bir şeyler yağdı. Ben de gülümsedim, sonra da güldüm. Bir de resim çizdim ama yarım.. kaldı. Yazmadan önce başladım, ama zamanı tutturamadım. Ayrı kaldılar zamanda, "yazdığım" ve "çizdiğim". Ayrı kalmaları gerekiyormuş ki öyle oldular.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Çok rahat bir koltuğum var, serildim..Uyudum, uyuyacağım. Çok hassas bir düşünce geldiğinde de yaz günlerini anımsıyorum: Ellerimin biriyle- ki hepimizde iki tane var biliyorsunuz-, "hışttt kıştt" diyorum. Sinek kovalar gibi geçsin-hep- bu hayat. Biri tökezlemişse de diğeri ile-elllerimizin- kovalayalım onu, "hıştt, kıştt" diyelim.  Köpecikler gibi kovalansın hayat.

14 Aralık 2012 Cuma

Uzun...

    Kızgınlığın çocuksu ateşi söndü; üzüntü güncelliğini yitirdi. Kafamın içi bomboş. Bu hafta bedenimde dolanıp duran enerji sanırım kafamdaki her şeyi yutuverdi. İyi bir şey bu.
    Bu akşam Beyoğlu'nda klasik cuma buluşması var. Biri bana ısrar etse de-ama çok ısrar etmesi lazım- ben de gitsem Leman'a. Derslerin bitimine yalnızca 1, 5 saat kaldı. Karar vermesem ben, biri ısrar etse.. Bugün çok soğuk yedim; boğazım ağrıyor, ben gelmeyeyim, diyemesem. Israr işte o kadar güçlü olsa. Yarın annem eve dönüyor, sabah evde uyanmam lazım, diyemesem. Israr işte o kadar güçlü olsa. Ya da şu içimde -hala- patlamamış olan enerji, deliliğe dönüşse, ben kendim karar versem gitmeye. Sorun gitmek değil aslında, gidince uzun kalmak istemek. Erken kalkmak zorunda olduğum zamanlarda, gidesim olmuyor hiçbir yere. Uzun konuşmayacaksak konuşmayalım gibi.. bir his bu.
 
Israr etsin biri, güçlü güçlü. İkna etsin beni. Uzun konuşacağız, gel desin..

9 Aralık 2012 Pazar

Aslında ortada bir şey yok ama şöyle diyeyim: Birkaç yazı teşebbüsü, bir bardak-bazen dolu bazen boş- ve hep aynı kitap, değişen sayfaları.Açılmış kapanmış bazen anlanmış bazen de anlamaya çalışılmış.Hatta anlamaya gerek yok hissinin "hakim" olduğu nefes al, nefes ver modunda gidip gelmiş olan- arada kalmışlık. "Yine kendi kendime sormadan duramadım," diyen tanıdık ses..O tanıdık sese hem yabancı olup, hem de selam verme.. dürtüsüne doğuştan sahip olma hali. Selam vermeyi önemseme ya da. Bir de çok sevilen, sevdiğim uyku. O da başka hali yaşamanın. Günde altı saat ölsem, uyudum sayıyorum kendimi. Günde altı saat uyusam, öldüm sanıyorum kendimi mi desem ki? Ölüm gibi olsa uyku, uyku da ölüm gibi olsa. Her şey birbirine karışsa, Karışandan da bir anlam doğsa. Uyku olsa adı ya da ölüm. Uyuduk ya da öldük desek.Ama illa ki bir şey diyebilsek. Ortasında kalmasak. Ya uyusak ya da ölsek. Net olsa uyku da ölmek de. Öyle olsa ki..en klişe ölüm-uyku benzetmelerine yönelmesek- yönümüzü kaybetmesek... Uyusak ya da ölsek. Ölsek ya da uyusak.

7 Aralık 2012 Cuma

Didaktik Papağan

Sınavın bitimine bir dakika kala, sınıftan çıktı A. "Hocam, 'yeminle' çok özledim sizi, " ilk sözü oldu.Ben de onları özlemiştim ama söylemedim bunu A.'ya. "Neden özledin?"diye sordum. İçimden de nedenler önemlidir, sorunun yanıtını veremiyorsan çok da "önemli" bir özlem yoktur diye geçirdim. (O an geçirmediysem de şimdi geçiriyorum "içimden" bunu, çok mu geç kaldım..geç kalır mı özlemler vs.. :P) önemseme..) A. günü olduğu gibi yaşıyordu: "Valla hocam, çok özledim," dedi. Neden vermedi. Şimdi de Demet söylüyor: "Özlemek neydi?" diye... sorguluyor da: "Niye bizi kül ettin?" Boşverelim, önemsemeyelim. A.'ya dönelim. A.'dan sonra sınıftan K. çıktı. "Hocam, kaldım ben ya, "dedi. "Sizi çok özledim," dedi K. de.
Bugün hazırladığım sınavın karşısında yıkılan çok öğrenci oldu.. Çok doğru hazırlanmış bir sınavdı. "Düşünün," dediğim bir sınavdı. Kalsalar da "düşünerek" kaldılar diye seviniyorum. Düşünerek kalmalarının yanı sıra özleniyor olduğuma da sevinirdim ama "neden" sunamadılar diye sevinemedim. Nedensiz sevmek de özlemek de olmaz malum. Bana malum. Boşlukları doldurmaktan ibaret değilse sınavlar, iyi sınavlardır. Sevmek ve özlemek de boşlukları doldurmakla eşdeğer olmamalı. Düşünerek sevmeli ve özlemeli. Yapamıyorsan da sevdim ve özledim dememelisin.*

*Didaktik papağan:)
* Yukarıda karşılığı olmayan bu yıldızın anlamı: "İnci de kapatıldı. Ne acı." "Ben bizi unutmam. Yolcuyuz hayatta, " bir de.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Hangisi...

"Hava çok soğuk ama teras kapısı açık." "Teras kapısı açık ama hava çok soğuk." İstediğin gibi değiştir dizimini sözcüklerin, bazen her cümle-"cümlesi!" hep aynı şeyi anlatıyor. Aynı cümlede, "bazen" ve "hep" i kullanmanın tezatlığını dahi fark etmiyorsun. Aslında tezat da yok. Bu "Bazen her şey çok saçma geliyor," demekten farklı mı? Sanırım biraz farklı. Benim günlerim böyle geçiyor. Söylüyorum kendime, soruyorum kendime. Dinliyorum kendimi, yanıtlıyorum kendimi. Gece böyle geçiyor, sabah olunca düşünmediğim için mutlu uyanıyorum. Mutlu olunca en az sıklıkta sorarız soruları. Mutluluk soruları azaltır, mutsuzluk sessizliği çoğaltır ama soruları da. Neşe ile mutluluğu ayıran da sessizliktir. Neşeli olan, ses çıkar. Mutlu olan, ses çıkarmaz. İsyan etmek de başka bir halidir mutsuzluğun. Kabul edilmeyen mutsuzlukta feryat da vardır gerçi; figan, öfke, hesap sorma da- üzüntü ile harmanlanır tüm çıkarılan sesler ya da kendinden hesap sormalarla kendine acımaya; kendine üzülmeye dönüşür kabul etmemeler. Mutsuzluğunu kabul edenlere ne denmeli o zaman? "Vazgeçmişsiniz, ondan ötürü susuyorsunuz mu?" Ama onları kimse fark etmez ki. İsteseler, zaten "ses" olurlardı hayatlarımızda. Fark edilirlerdi eğer isteselerdi. O vakit, vazgeçmemiş derdik onlara. Ya da bir şey demezdik.  Çok düşünmüyoruz malum bizden başka olanı. Ben de düşünmüyorum çünkü dayanılmaz olan hayat, kendinden başkasını düşünmediğinde "biraz" dayanılır olabiliyor.

Emin değilim bu konuda da. Bir boşluk var içimde. Orada ne duruyordu da gitti; benim için neydi anlamı da yok oldu, bitti... bilmiyorum. Ama bir şey; "tek" bir şey çok değişti; fazlaca değişti. Onun yoksunluğunu çekiyorum. Ve mutsuzluğunu. Fazlaca.

"Hava çok soğuk ama teras kapısı açık." vs. "Teras kapısı açık ama hava çok soğuk."
Bu iki cümleden hangisini ederdim ben, ben gibi? Önceliğim kafamdaki????
Can'sızken canlı olmaya zorunlu olmak zor.

16 Kasım 2012 Cuma

Sürmesinin İzi Adamın: "Öptü ve öldüm."



"Ölürdüm."
"Öpmeseydim bu dudakları bu akşam ölürdüm."

"Öptü ve öldüm."

Yatak, sol yandan duvara cepheli. Adam üstünde uzanmış, sağ kolu yastığa yan düşmüş başını destekliyor. Yatağın özgür diğer yanına bakıyor gözleri. Dudakları gülümsüyor. Odanın ortasında bir telaştır gidiyor. Telaşına gülümsüyor adam o kadının. Kadının ayakları çok rahatmış "imajı" vermek çabasında; geziniyorlar yatak ve pencere arasında. Elinde bira şişesi. Çabucak boşalıyor. İçindeki değişse de bir bira şişesi hep elinde. Biri bitince diğerine geçiyor. Aklında arada bir gelip giden: "Çok mu içtim.. içiyorum?"

"Çok mu içtim... içiyorum?"
"Çok mu içtim.. içiyorum?"
"Çok mu içtim.. içiyorum?"
"Çok mu...."

"Haydi gel, artık..."
Yumuşacık sesi adamın.
"Haydi..."

Kalın gülümseyen dudaklarından çıkan ilk çağrı, kalın dudaklarındaki utangaçlığı saklayan kendi "acemi-şuh" gülümsemesine çarpıyor. Siyah eteği ve "herzaman" içinde kendini istenilir hissettiği bluzu. Siyah bluzu. Bluzun orta yerinde çatalı. Siyah asker botları. Çıkarılmadan bedeniyle birlikte yatağa uzanıyorlar. Adamın yanına. Beyaz yastık, siyaha bulanıyor. Artık başı yastığa düşmüş adamın. Aynı yastığa başını yatırıyor kadın.

Şimdi gözler. Sürmeli. Doğuştan sürmeli gözleri adamın içine giriyor kadının. Orda kalıyor sürmesi adamın. İçine sürülü. Uzun zaman. Gitmeler, gelmeler. Sessizlik. Sesler. İz. Boynundan dökülen dokunuşlar. Sahiplenici. Şefkatli. Bazen sahiplenici. Bazen şefkatli. Gitmeler. Gelmeler. İçinde kalan sürmesi adamın. Sesler...

"Öpmeseydim bu dudakları bu akşam.. Ölürdüüüüüüm..." Dokunuşu dudaklarının, derinleştiriyor içindeki sürmenin izini.
Boynundan dökülen dokunuşlar. Boynundan dökülen dokunuşlar, göğüslerinde ... duraksıyor. Sessizlik.. Sesler.. Sahiplenici. Şefkatli.. Gitmeler ve gelmeler.

İçinde kalıyor adamın sürmesi. Delip geçiyor duvarını. Kale yıkılıyor.

"Öpmeseydim bu dudakları bu akşam.. Ölürdüüüüüüm... "

Darmadağın kadın. Adam öpüyor ve kadın ölüyor.

Bir arkadaşım hatırlattı, eski yazılardan.. 

28 Eylül 2012 Cuma

Söz Hakkı Mutluluğun../Çatıda

Bu akşam hepimiz çatıdayız. Hepimiz, anne ve baba, anne ve kız çocuk. Bir bakışla böyleyse, diğer bakışla: İki sevgili, ben ve Suzi. Evimiz dandini ama "hepiciğimiz" çatıdayız. Benden sonra babam da çatı katındaki odalardan birini kendine mekan edindi geçen sene. "Köşesine çekilme" halinde olanlarımız çatıya çıkıyor. Bir gün gelecek gerçekten yükselip çatıya "çıkacağız" belki de. Dertler aynı dertler ama onlarla baş etmek konusunda epey ilerledik-ilerlemiş olabiliriz-ki şu an iki sevgili koyun koyuna, arada birbirleriyle flört ederek, uzanmış yatıyorlar. Ben ve Suzi'ye düşen de güzel gözlerle onları izlemek. Suzi anneannesi ve dedesini izliyor, bense, kırkbeş yıla yaklaşmış bir beraberliği. Şaşkınlıkla ama şaşkınlığı bir çırpıda es geçen, "mutluluk mümkün" düşüncesine sarılmaya çalışarak.. izliyorum. Aklım ise düzeltmede: "Mutluluğun kaynağı tek değildir." Anne-babasının bu akşamki mutluluklarına istediği gibi bir coşkuyla tanıklık eden ise sadece ruhum. Son noktayı koyuyor-bu akşamın getirdiği o noktayı-ruhum, duygulu yanım: "Böylesi mutluluklar 'da' mümkün." Babamın üzerinde bir atlet var, anneminkinde ise beyaz bir sütyen:) Sere serpe yatıyorlar, çatıda. Öpüşsünler istiyorum. Odadan çıkıyorum. Yazıya "son" diyorum. Sessizlik, mutluluğa söz hakkı tanır, tanısın. Çatıda.

14 Eylül 2012 Cuma

Bilmiyorum ne desem.




"Bugün babamın ölüm yıldönümü," dedi Suzi merdivenden çıkarken. Sanırım "aklı eriyor" dedikleri zamanlara geldik biz ki düşünmüş bunu. Güldüm. "Hayır 14'ü değil, 16'sı, 16'yı 17'ye bağlayan gece," dedim. Ben küçükken annemler hep böyle anlatırdı önemli günleri. X'si Y'ye bağlayan gece. Sabaha karşı olmuş demek ki yaşamı sallayan önemliler. Merdivenlerden çıkarken ben de kızıma aynı şekilde tanımladım o gecenin sabaha bağlandığı "bizim" önemli tarihimizi. Güzel günleri oynayarak, acı günleri yazarak-belki de- hatırlıyoruz. Hatırlamak... doğum günlerini de ölüm günlerini de birini sevindirmek adına hatırlıyoruz. Tek fark ilkinde, sevinenin sevindiğini görüyoruz, diğerinde ise asla. "16 demiştim ben anneanneme ama O 14ü dedi bana. Şimdi ben boşuna mı uykusuz kaldım dün gece," dedi kıkırdadı Suzi. Geceden sabaha geçişte kalmış O'nun aklı da.. öyle olmasa-dün 13 idi- gece uykusuz kalmazdı. Boşuna uykusuz kalmaya gelince, hem babasından hem benden geçme bir acıyı güzelleştirme/ göz yaşını kahkahaya dönüştürebilme hali var Suzi'nin. Yaşama devam edebilmek adına bir "yararlı" yetenek...

O geceden o sabaha geçişi bir gün yazabilirim umarım. Ummak.. belki bir zaman gelecek ummak diye bir şey de kalmayacak.
Dün N.'ye gittik, bir diğer N ile başlayan isme sahip arkadaşımla. Otuz beş yaşında gencecik bir "yeğen" kaybetti N. de geçen bahar. "Beni bekledi. Kollarımda kaybettim O'nu," dedi.. Ağladı.. Beklerler hep şanslı olanları gidenlerin. Az da olsa kalan zamanları, bekleyecek kadar "vardır". Ne daha az ne daha çok...
Oğlunu anlattı yeğeninin N. . Ben de anlattım biraz.. kızımı. Utandı dünkü ziyaretimizi, "keyifsizleştirdiğini" sandığı için N. "Kusura bakmayın," bile dedi. Kusur bunları yaşamış olmak mıydı? Geceden sabaha geçişleri ya da benzerlerini.. yaşayan insanlar, anları keyifsizleştirmemek için az konuşurlar. Bol özür dilerler. Kusurlu sanırlar kendilerini bir de. Eylül demiştim ben zaten. Eylül diyorum Pandora. 2006 ve 2008 Eylülleri.*
* Parolalarla konuşurlar bir de aynı insanlar. Delirenleri de az değildir. Öyle delirirler ki en akıllıdan akıllı sanılırlar. Keyifsizleştirmeme adına delirirler. Aynı nedenle de yazdıklarından utanırlar. Ve tabii aynı eski resimleri "kurcalar" ve yayınlarlar:) Tekrarı severler-çünkü tekrarını yaşamak istedikleri her şey değilse de bazı şeyler resimlerde vardır.

10 Eylül 2012 Pazartesi

İZLER


Birinciler bitti; ben ayağa kalktım, bir tane daha alayım diye. Bana da getir dedi. O'na da getirdim. Bazen bardağı şaşırdı-ki nasıl oldu bilmem, O şişeden, ben de tek başına yerde duran bardaktan içerken- benimkinden yudumladı. Bir ara üşüdüm, rüzgar en olmaması gereken yere vurdu; sırtıma. Yeşil hırkamı aldım geldim. Şimdi sevilesi halini almıştı rüzgar. Saat yediye geldiğinde, mutfağa girdik. Pilav yapacaktı O, ben iyi hissetmedim. "Sen uzan, "dedi bana. Ben uzandım salondaki kırmızı koltukta. O üstümü örttü ince bir pikeyle-sanırım pikeydi. Televizyon kanallarında gezindim, sonra gözlerimi kapadım. Uykuyla kucaklaşmamıştım ki henüz A.'nın geldiğini fark ettim. Salonlarında yatan bir kadın. Kalktım, pikeyi katladım. Çocukların yanına gittim, A. hoşgeldin dedi bana, selamlaştık güzelce. Mutfağa gittim. O, yemeğin kalan kısmına el atmıştı. Dili dolandı bir cümlede. Buna güldük ama cümleyi hatırlamıyorum şu an. Hazır köfteye gülerken demiş olduğu bir şeydi. Yarın kendine sormak lazım. Sofrayı kurduk-spesiyali olan salata, yoğurt, patates kızartması, güldüğümüz köfteler ve çok lezzetli pilav.
Biz kalmaya gelmemiştik ama yanımızda ertesi gün giymek için birkaç parça eşya getirmiştik. Hatta eve gelmeden hep birlikte alışveriş yaparken, diş fırçalarını dahi almıştık. Kalmaya karar vermiştik, evet. Yemeğe oturmadan ise ben çoktan, "Biz dönelim ya eve, "demiştim. Klasik ben O'nun evinde. Çok kaldığımız oldu ama bir o kadar da biz eve gidelimli ve eve gelişimizle biten akşam... yaşadık. İlk kez gelişimi konuştuk o eve.. Kızlarımızın ve bizim ilk kez görüştüğümüz o günü..
O'na söylemedim-şimdi söylüyorum işte- ama ben o evi çok seviyorum ve hiç taşınmasınlar o evden istiyorum. Ne daha büyük bir ev için ne de daha sessiz bir ev için. Orada geçirdiğim, "yaralar" sonrası iyileşmeye ilk adım akşamları, benim zayıf hafızamda dip diri duruyorlar. Ne güzel "kötü" günleri atlatma seansları yaşadım ben sıcak evlerinde. O, benim saçımı bile boyadı:) Evlerinden ayrılırken, bana aldığı kremleri tutuşturmuştu bir gün elime. O kremleri hala kullanmadım ama:) (EVET kullanmadım ama sanırım bir kez sürmüştüm... ha bir de sabun vardı.. nereye gitsem yanımda taşıyorum ama hala aynı koyu pembe ambalajının içinde duruyor.)
Yemekten sonra hemen çıkmadık yola. Kocaman yatakta yan yana uzandık. Kızlarımız yan odada sakin sakin zaman geçirirken, biz bayılana dek güldük. Sanırım ben daha "delice" güldüm. En çok da kıhhhk diye özetlediğimiz şeye. Nasıl yazılacağına bir türlü karar veremedik benim platonik hislerimi tanımladığım o sese karşılık gelecek o sözcüğü.. "Daha önceki yaşamımdan tanıdığım için zaten tanımama gerek yokmuş gibi bir his veriyor bana. Yeniden doğuşa falan inanarak söylemiyorum ben bunu ama başka türlü tanımlayamıyorum. Hani yüz yüze gelince, yapabileceğim tek şey, kafamı yastığa koyup uyumak olacak, sanki. "dedim O'na. Bir yandan da gösterdim başıma yastığa nasıl koyacağımı. İşte o ses, o anda çıktı. Bilinçli bir sesti. Bir kereye mahsus değil yani. Biz o sese kıhhk dedik ya da şu an ben böyle anımsıyorum. "Sen yazsana O'na ne hissettiğini, "dedi O. (O'lar karıştı bu arada ama işime geliyor karışması:P) Ama bu kadar yazabildim. Çok geçici hislere sahip ben, bu kadarla yetiniyor çünkü geriye dönüp baktığımda çok fazla iz olsun istemiyorum yaşadıklarımdan. Yazılar, izleri derinleştirir.

Dün akşamın ruhunu taşıyan yataktaki halimizdi. Küçük çocuklar gibi ayaklarımızı ... yüzümüzü vura vura yatağa ... güldük. Yetişkin olduğumuz gerçeği olmasaydı o yatakta uyur kalırdık. Aramızda da ... yok bu kadarı da O'nla benim aramda kalıversin:)

Dost akşamları. Yazılar kadar onlar da derinleştirir izleri.

7 Eylül 2012 Cuma

Haftanın Sonu/BİTİŞ

Bu ülke için söyleyecek sözüm çok azaldı. Sanırım birçoğumuz için de durum aynıdır. Hayatı elinden alınan "gençlerin" gözlerine bakmaya yeltendim bugün. Tek tek bakmak istedim hepsinin gözlerine ama fazla dayanamadım. Acı kendi yüreğimizde yer etmemişken, dayanamama ve tıklayıp sayfayı kapayıverme lüksüne sahibiz. En fazla birkaç günümüzün sabahına korkunç bir ruh haliyle uyanıp, aynı günün akıntısına bırakıp kendimizi "normal" yaşamımıza dönebiliriz-ki mecburuz buna. Bunu yaşayamayacak çok aile var artık ve yaşadığı herhangi bir şeye sevinemeyecek, üzülemeyecek, öfkelenemeyecek, ağlayamayacak olan aynı ailelerin ölü evlatları var artık. Anaları, babaları, kardeşleri cayır cayır yanacak ama o evlatlar hiç bir şey hissetmeyecekler. Hani, Onlar hisseder deriz ya hep ölmüşlerimiz için-demeye devam edelim iyi hissetmek adına ama-hissettiklerinizi söyleyememek gibi kötü bir şey var mı? Ölüm, iletişimin sonudur. İletişimden ayrılmış olmaktır. Aranılan ama ulaşılamayan insan olmaktır. Ulaşılamamayı kendimizin istediği durumlar haricinde, insanın ne zoruna gider bu iletişimsizlik. Bilinmezlik. Çok basit düşünüyorum şu an ve çok gelişi güzel çıkıyor sözcükler. Ne kadar istesem de empati yapabiliyorum ancak. Empati, uzaktan bakış; ötesi olamaz. Uzaktan bakıştan "rahatsız" olduğumda da kaçabilirim. Aynen resimlere, o gözlere bakmaktan rahatsız olduğumdaki gibi...
Nasıl yaşamalıyız? Gözlerimizi kapamadan yaşamak mümkün mü hala? Tıklayıp da o resimleri kapayıvermeden? Çaresizlik, birlikten kuvvet doğar düşüncesinden çoktan ayrıldığımızı söyleyip duruyor artık. Gerçekten inançsızım, umutsuzum.
Anlamsızlık içinde "birşeyler" yapıyorum. "İş" diye bir şey var, çalışılacak. Gelip çalışıyorum. "Ev" diye bir yer var, akşam olunca gidilecek. Gidiyorum. "Ailem" dediğim bir anne, baba, dede ve kız var, sevilecek. Seviyorum. Son cümlede bocaladım. Sevgi, anlamsızlığı çözüyor. Sanırım gözlerimizi sevdiklerimizle güzel zaman geçirmek için kapıyoruz. Hayat çok kısa ve biz başkalarının acılarına tamamen ortak olursak, bizim hayatımız da kabusa döner diye korkuyoruz. Yalan yok, ben bundan korkuyorum. Bir gün illa ki kendi kabusumuzu yaşayacağız diye kendimi avutuyorum ben- utanmamak için gözlerimi kapadığıma. Barış için hala umut var demiyorum ben. Sokaklara dökülsek yaparız, düzeltiriz, kardeş oluruz da demiyorum ben. Hiç inanmıyorum ben. Korkağız(m). Anlamsız "birşeylerimi" yapmaya devam ediyorum ben. Şimdilik korkağım belki de. Düşünmeye ara vermek zorundayım ya da. Gene kendimi affetmeye yöneldim, işte. Bunu yapmazsam, yaşamaya devam etmem zor. Şimdi de bir saat önce bir arkadaşımın bana "Sen çok güzel bir insansın." deyişini hatırladım. Güzel insan olmak nasıl bir şeydir ki? Ben kendi kafamdaki güzel insana ulaşamadım henüz. Bir amaç uğruna ölmek isterdim ben. Öyle ölmeyi becermek. Kırka iki kaldı, umarım bunu başarırım. Güzel insan olurum. Güzel insan olabilecek güce sahip olana dek yaşayabilirim.
BİTTİ(M).

4 Eylül 2012 Salı

An

An oluyor, bu kadar yaşamak yeterli diyorsunuz. Bu umutsuzluktan, bıkkınlıktan ve hayatın anlamsızlığından kaynaklanmaya da biliyor üstelik. Çok mutlu oluşların ardından gelen tatminden de değil, yeterli deyişinizin nedeni. Gerçekten yeterli gelebiliyor. Belki kıyaslama yapıyorsunuz, belli bir yaşta ölen yakınınızla kendinizi kıyaslıyorsunuz. O'nun yaşına yaklaşmakta olduğunuzda hissedebileceğiniz bir kaygıdır belki bunu size hissettiren. Aynı yaşta ölmekten korkup, sonra o gidenin ardından bu korkuyu yaşadığınızdan duyduğunuz utanç- yaşama oburluğunuzdan kaynaklı utanç, artık ömrünüzü tamamladığınızı kabul etmeniz gerektiğini fısıldıyordur kulağınıza. O ses yoktur da siz onu uyduruyorsunuzdur-bilinmez. O giden gitmiştir ve O'na yetmiştir de size neden yetmesin?
Badem yiyorum şu an. Bademden söz etmeyeceğim ama söz. Genç arkadaşımın getirdiği çay sol yanımda, çikolata ise midemde duruyor şimdi. Başka bir arkadaşım da-cömerttir çok- arabayla eve gitmeye davet etti beni. Biraz önce de dışarıda, gene genç arkadaşlarımla bol bol güldüm. Hani neye güldünüz o kadar deseniz, anlatılamaz. Durum komedileri. Mehmet'in gece boyunca kaç kez "dinç" olarak uykudan uyanışı... bunu anlatışındaki iştahı ve elbette "dinç" sıfatı üzerinde gidip gelen sözcük oyunlarımız. Pırıl pırıl insanlar hepsi de.. ve beni seviyor oluşlarının bana verdiği mutluluk. Geçen seneden beri birlikte çalıştığım ekibin sevgisini üzerimde koruyucu kalkan gibi hissediyorum. Neye karşı koruyorlar beni? Kafamda yarattığım "bana" ve O'nun ürünü hayata karşı. Ben kendimi koruyamaz mıyım da? Başkasının üzerinize tuttuğu kalkan, zayıflık işareti midir? Ben sanırım bir çok şeyi birbirine karıştırıyorum. Gözlerimde zaman zaman biriken yaşların inişe geçmeyişi de bundan olmalı. İşte gene oldu. Ben bunları yazarken, N. gelip omuz attı bana: "Ne zaman çıkıyoruz?" "Sapık mısın manyak mısın- ne diye omuz atıyorsun? " dedim. Bunda gülünecek bir şey yoktu ama güldük. Ara verdim yazmaya ve tam yeniden başladım ki D. Hoca elinde bir muzla çıkageldi. Yarısını elime tutuşturdu, gitti. Onu da yedim afiyetle. Sanırım birileri bu kadar yaşamak yeterli değil diyor bana. (Ya da şişip ölmemi istiyorlar:P)..
Ama ben o yaşları inişe bıraksam bir.. 

2 Eylül 2012 Pazar

2 Eylül.

Yazlıktan eve dönüş sancılı oluyor. Bavullar, bavullar, çantalar,çantalar.. Sabah sekiz buçuk gibi geldiler annemler. Yedide yoldayken aramıştı annem. Onun öncesinde de bir arkadaşımın annesi aradı. Dört buçuk gibi. Kızına ulaşamayınca beni aramış H. Teyzem. Ben de yatağa üçe doğru girmiştim. Kısacası, çok uyanmalı bir gece geçirdim. Kahvaltı dedim durdum dün ama annemler geldikten sonra hazırlayabildim kahvaltıyı. Onlar uyurken. Annem de babam da yaşlandı bu yıl. Yolculuk sarsıyor onları artık. Salona yığılıp kaldılar resmen. Dedem onlardan daha dinç geldi eve. Maşallah diyelim. Bugün en çok koşturan ben oldum. Dün yaptığım yemeğe ek yemekler yaptım ki yarın annem rahat etsin. Şimdi önümüzdeki günlerde büyük temizlik telaşı başlayacak. Yardımcı birileri gelse de annem yorulacak. Okulun en yoğun haftası da upuzun uzanıyor önümde. Bir telaş sardı beni bugün. Akşam yemeğinde anneme, babama ve dedeme sardım: Bir an önce gençleşin. Ben üç yaşlıya birden bakamam! Kıkkırı kıkkırı güldük ama içim kötü benim. Daha da büyümek zorundayım şimdi. Her şey daha da zorlaşacak. Henüz değil ama.. Kardeşler birliğimiz sağlam neyse ki. Destek, önemli..
Yazlıkta yapılan tarhana yuvarlak masaya serildi. Anneannem sağkenki gibi evi tarhana kokusu sardı. Ne güzel... Edirne'ye yerleştikten "sonra" Trakyalı olan kız kardeşimin öğrendiği kahvaltılıklar da yapılmış, geldiler kavanoz kavanoz yerleştiler dolaba. Hatta bir büyük kavanoz, şu an bizim evden çıkıp Ozan Kayra'nın dolabına bile girmiş durumda. Geldi aldı eşek, duyunca Tubiş'in kahvaltılığını-ki içeri dahi girmedi, dış kapımızın demir parmaklıklarının arasından uzattım kavanozu! Kavanoz, Rumca bir sözcükmüş bu arada.
Gün boyu aralıklarla tarhana "ocaladık" annemle. Henüz kurumamış tarhana lop loplarını elimizde ufaladık yani. "Terapi gibi bu anne," dedim. "Evet, de mi. Ablan çok seviyor, bir de zevkli zevkli yapıyor ki sorma", diye gülümsedi annem. Bundan sonra ne zaman kötü hissetsem, tarhanalı yuvarlak masaya gideceğim:P Gerçi yarına inceltip büyük masaya alacakmışız, annem öyle dedi.
Annem bunu yaptıktan sonra, gene kendini yorgun hissetti. Salonda sabah yattığı ikili koltuğa geri döndü. Yüksek tansiyon kaynaklarını daha az hissetsin diye-yani tansiyonu yükselmesin diye- (nasıl anlatamadım ama:) ) doktor anneme antidepresan verdi; prozaclı bir annem var artık. Sürekli hııı hııı diyen bir annem. Günün bu saatlerinde prozac çarpıyor beni dedi uyudu o anne.
Kendimi ben de çok yorgun hissediyorum bugün. Hasta oluyor gibiyim. Annem uyurken, onların giysilerini yerleştirdim çekmecelere. Yatakları yaptım bir de. Ek dediğim yemekleri yaptım en sonra da. Ama bizimkiler çorbaya göz koydu, halbuki o yarın içindi. Evet, yediler. Neyse bitmedi hala var. Soslu makarna da yaptım. Onu da yediler. Yedik, ben de yedim. Şimdi hala makarna var ama sossuz şekilde. Börülceyi merak eden varsa, o da hala var.
Kafayı bozdum yemeklerle. Tarhana terapisi iyi gelecek ama biliyorum.
Nasılım? Hüzün hakim-daimi sahibim O benim ama ciddiyetsizliğim de ikinci sırada. O hep ikinci olsun. Yazmak iyi geliyor. Her şeyi yazarak yazabiliyorum ancak.
P.S Trakya usulü kahvaltılıktan isteyen varsa, gelin alın siz de. Pandora bizim cafede de satalım bunu. Ama önce açalım cafeyi. Hayal hayal üstüne. Hayallerde boğulacağım. Susamıyorum. PANDORA: Terapiye gel sen de. Tarhana terapisi. Düşündüm de kurduğumuz hayaller herkesin hayalleri, sanki. Başka hayaller bulalım biz. I'm not good at all.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Kahvaltı

Kahvaltının çok özel olduğunu düşünen ve o özeli de hala yaşatan bir aileye doğdum. Beni neden uyandırmadınız diye çocuksu kavgaları hep yaptım hem de çok dinledim. Benim ve erkek kardeşimin-en çok- sesini hala duyabiliyorum. Ablamın da çok önemsediğini biliyorum kahvaltıları ama yemek yapmak konusunda uzman olan en küçüğümüzün-kız kardeşimin- kahvaltı hazırlamaktan hoşlanmadığını da biliyorum. Annem de yemek yapmada uzmandır ve O da sevmez kahvaltı "sofrası" kurmayı. İkisi de çok pratiktir yemekler konusunda, benim gibi olay haline getirmezler yemek yapmayı. Çok lezzetli yemekler yaparım ben de ama annem ve kız kardeşim kadar pratik olmak konusunda çalışıyorum şu aralar. Örneğin, soğanları doğrarken, her attığım bıçak darbesini izlememek gibi, rastgele vurmaya çalışmak gibi bıçağı ya da salçalı bir yemek yapıyorsam, ne kadar salça atıyorum yemeğin içine... aldırış etmemek gibi.. Yaşamı gelişine yaşamak, biraz da yemekleri gelişine yapmaya benziyor. Bunu yapabildiğim tek an, poğaça yaptığımdakidir. İlk poğaçam gibi olsun istiyordum her yaptığım poğaçam. Bu sabah bunu başardım. Öyle ki Ömer, "Menemeni unutalım, yapma bence.. poğaça harika olmuş," dedi. Menemeni, Ömer yapar genelde ama bu sabah ben daha erken uyandım. Ben soğansız, O soğanlı yapar.
Kahvaltı etmek başka bir şey. İlişkilerde de dostlar arasında da aile arasında da öyle.. başka. Aslında çok basit.. Yaşamı yeniden başlatan an uyandığımız andır. Gecenin karanlığını ve bazen de karabasanını "hafifleten" güneşin doğuşudur. Benim gibiler içinse, güneşin doğmasından hemen önceki yarım saat daha mutlu edicidir. Mutlu edici... Başka bir "şeyin" ya da başka "birinin" mutlu edişi. Artık kendi başıma mutlu olmalıyım sözünden uzaklaştım ben. Çünkü bunu "artık" yapabiliyorum ve o yüzden de sevdiğim insanlara yemek yapmak istiyorum. Gelişine "şekilde" yemek yapmak...
Bu akşam börülce yaptım. Kızım, anam, babam ve dedem eve dönüyorlar yarın. Düdüklüde yaptım börülceyi ama "gene" yanlış hatırladım bir şeyi.* Annemi aradım, "Şimdi kapa ocağı... soğuyana dek bekle.. soğuduğunda kaldır düdüğü (adı düdük müydü onun:) ) .. sonra da açarsın kapağını... normal ateşte pişirmeye devam edersin..." , dedi annem. Eminim, ablam ve kız kardeşimle gülmüşlerdir bana. Gene de lezzetli oluyor yemeklerim. Sorun, hafızamda benim. Ya da sorun, tüm kahvaltı insanlarının hafızasında.. kahvaltıya verdikleri önem, diğer yemek "oyunlarındaki" başarıya engel oluşturuyor. Kara sevda gibi, kahvaltıya kara sevda... ne saçma ya da ne saçma "değil".  Poğaça da uyumlu hem kıh kıh.
:)
* Beceriksiz  yarı çocuk Meg Ryan modeli olarak sevimli olmaya çalışmıyorum.. harbiden "yanlış" hatırlıyorum ben bir şeycikleri.

31 Ağustos 2012 Cuma

Instance

Siyah üzerine bol mor çiçekli bir elbisem var benim, bu akşam onu giydim. Minik minik-morun farklı tonlarında çiçekler, şimdi üzerimde "benim" dans etmemi bekliyor. Ne küpe taktım ne kolye. Bir tek Albatros'um var sol göğsümde. Bu böyle bir akşam, Albatros'um ve mor çiçekli elbisem. Kurmaya çalışıyoruz ama çok zor-ben ve O üzerine bir kafiye. Kafiyeyi sevenimiz yok belki de. Bir sevda var gene  de içimde-yaşamaya dair. Sevdanın dili lal bu akşam. En bilindiklerle aradığı için anlamı, en bilinmezlere kapanıyor... tüketmemek için çabasını, gözlerini kapıyor tüm sözcüklere. Ne küpe taktım ne kolye, işte tam bu yüzden. Daha güzel bir şey söyleyemiyorsa, sussun diyor kalbine. Şampuan kokusu burnumda, bu benim kendimim. Mor çiçekli elbisem üstümde... Albatros'um sol göğsümde, ben bu akşam bir başka güzelim.

P.S. Gerçekten güzelim. Sen olsan sen de severdin. Instance da olsa öyle..

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Eylül

Toplasam en fazla yüz bilemedin yüz elli adım atsam, evimizdeyim. Her sabah değil belki ama "bazen" sabahları fırının karşı yakasından, aynı fırının köşesine denk gelen salonumuzun ufacık bir kısmını ve mutfak balkonumuzun doğu cephesini görebiliyorum. Her baktığımda içinde sen, içinde ben.. ve Suzi bazen de.  Sabah dörtlere dek izlediğim filmler-çoğu kez. Mutluyken biz, karşı üçlü koltukta sen. Önündeki sehpada biraların.. bazen de benim biram ya da biralarım ama küçük sehpada-hemen önümde. Gülüyorsun kıkır kıkır. Love and Marriage miydi o dizinin adı. Hani kendini Al Bundy'e benzettiğin hallerin.. vardı ya.. Elini şortunun ya da eşofmanın içine atar taklit ederdin onu. Salon masasının üstünde çizimlerin-ayaktasın. Öğrencilerin ödevleri bazen de-ayaktasın sen gene. Ne olursa olsun, en çok güvendiğim iş disiplinindi sanırım. Ya da çok sonraları öğrendiğim "hayati" konularda yanımda oluşundu güven deyince sana dair aklıma gelen. Aklım.. Aklıma geldikçe söylediklerim de değişiyor. "Enler" siliniyor. Hepsi "en" oluyor.
Ve Eylül geliyor. En sevdiğim ay. En sevdiğim ayın orta yerinde kaybettim seni. Kaybettik seni. Eylül'ü sevmeye devam ediyorum. En sevilenleri hatırlamak için diyorum, senin gidişin de Eylül'de oldu. Aslında anlamı yoktur da belki. Ama biz veriyoruz anlamı madem onca anlamsızlık içinde, ben de bu anlamı verdim Eylül'e. Eylül sensin, Eylül benim, Eylül Suzi. Eylül biziz. Hala. En çok mutlu olduğumuz yıl, bir buçukla ifade bulan zamandı. Bir buçuk yıl, aralıklı mutluluklarımızdan farklıydı-çünkü aralıksız bir mutluluktu o bir buçuk. Gidişe çok yakınken mutlu olmak, sonrasında acıya gülümsetiyor. Yaşamaya devam ettiriyor. Run Karoshi run! Run Suzi run! dedirtiyor. Ve biz koşmayı bir yana bırakıp yürüyoruz. Yürümek koşmaktan daha olanaklı ve o yüzden de daha "sağlıklı" be CAN'ım. I do love you..

24 Ağustos 2012 Cuma

Alex olur, Alexler olmaz (!)

Herkes böyle söyler sanırım ama ben yaşamı en basit haliyle yaşayabilirim. Bilen bilir ne kuaför olayım vardır ne de alışveriş. Almaz mıyım kendime bir şeyler alırım ama ihtiyaçtan. Kuaföre ve alışverişe gitme engelliyim. Sanırım sosyal fobinin bir farklı şekli bu da. Kuaförle ya da tezgahtarlarla konuşmak zorunda kalmak beni delirtiyor. Konuşmasanız da oluyor elbette ama sorulana yanıt vermeden de olmuyor. Yaşamın başka alanlarında böyle olduğum söylenemez. Saçma sapan konuşmaları da çok severim. "Beni anlamıyorsan MD, ben şaka yapıyorum demektir bu," dedim bu yazki Edirne ziyaretimde yeğenime. Her söylediğimi ciddiye alıp annesine koşup anne teyzem bana şunu söyledi, öyle mi diye sormasın diye...
 
Ciddi olmamaya en çok ihtiyaç duyduğum günlerdeyim ben. Biraz önce SEK naneli ayranından içtim gene. İçim ferahladı. Midem bulanıyor ilaçlardan. Pandora dikkat etmiş halbuki ama ben... aldattım O'nu:P Olsun O gene de sever beni:)
 
 
Basit yaşam demişken, gelecek sene Edirne'ye yerleşmek gibi bir hayalim var. Çok uzun yıllardır hayal kurmayan biriyim ama bu kez tam da içindeyim hayalimin. İlaçlardan sanırım, tuhaf rüyalar görüyorum. Anlatmaya üşeniyorum ama iki gece önce hem gotik hem de çok romantik bir rüya kabus gördüm. Bir yandan Beyoğlu'ndaydım, bir yandan İtalya'da, en sonunda da Burgaz Ada'da. Yanmış eski Beyoğlu evlerinin etrafında dolaşıyordum pejmürde bir adamla. Adamın yüzü öylesine tanıdıktı ki. Neden yanmış bu evler diye soruyordum O'na. O da, buralara kimse yerleşmesin istemişler, diyordu. El ele değildik adamla ama his olarak aramızda dozajı çok yüksek bir romantizm vardı. Bir ara da aynı yeri İtalya olarak yaşadım rüyada. Yokuş aşağı uzanan parke taşlı yollardan geçiyorduk. Bir başka ara da okuldan bir arkadaşım belirdi rüyamda. O gelir gelmez rüyama, İtalya'dan yeniden Beyoğlu'na geçtik. Ama bu kez benim bildiğim Beyoğlu'na... Duman'a gidelim dedi B.-Duman diye bir bar varmış. Rüyanın bir kısmı da orada geçti. O noktada gene İtalya'ya döndük sanki. Mafya adamlarıyla doluydu bar-ki sahibi de benim yakışıklı kuzenimmiş. Sanırım en çok O'nu yakıştırmışım mafya patronluğuna.Sürekli İtalya diyorum ama kent ismi veremiyorum. Sebebi hiç bir kentinde bulunmayışım İtalya'nın. Neyse rüya en sonunda kabusa döndü. En baştaki adam vardı ya hani.. pejmurde olan.. O'nun evine gittik. Çok pis berbat bir daire idi. Kapıdan girdik ki ikizi çıktı karşımıza. Meğer ikizi varmış benim adamın. Boynumda bir eşarp vardı-romantiğim ya:) Bu ikisi aynı anda öpmek için beni üzerime atlayınca ve ben de onların üzerine şaplağı* (iki tane değil sadece sonradan ortaya çıkanına vurdum) indirmek için atlayınca, eşarp boynumdan salınarak havada asılı kaldı. Mutlaka ki düşmüştür de ama ben ordan çıkmıştım bile. Çıkmadan önce ilk adamın, "Sen bilirsin, bizde zorlama yoktur." tarzı bir söz ettiğini anımsıyorum. Koşmaya başladım, hava kararmak üzereydi. Bu kez yani bu andan itibaren setting Burgaz Ada'ya döndü. Parke taşlı yollardan arkamdan geliyorlar korkusuyla koştum koştum. Sahile indim. İskele falan yoktu. Kumların tam üstünden feribotlar kalkıyorlardı. Birine ayağımı atacak gibi oldum ama ıı ııı olmadı. Tek başına değildim çok insan vardı. "Korkma dakikada bir kalkıyor feribotlar," dediler bana ve ben rahatladım. Komik olan ortada hiç araba olmamasıydı. Metrobüs gibi sürekli kalkan feribotlar ama arabasız bir panorama:)
 
 
Rüya-kabus ve sonra gene rüya.. Güzel bitti. Deniz tertemizdi.. Kum da öyle.. Sıcağı hiç sevmem ben.. serindi. Eşarbıma ne oldu bilmiyorum? Ya ikizlere? Her şey ne güzeldi oysa. Köprüüstü Aşıkları'ndaki Alex gibiydi ilk başta benim adam.. ama olan oldu en sonunda. İnsan kızı ne obur aslında deriz ama ben değilmişim. İki tane Alex'i aynı anda reddettim. Birine de Avram Şaplağı attım üstelik de.
 
 
Neyse Edirne diyorum. Bir kere de Edirne'de Cem Adrian'a rastlamıştım. Ne güzel çocuktu.. Edirne'yi çok seviyorum. İstanbul takıntım yok artık ben orada yaşarım. Orada da ölmek isterim. Alexler olmasın ama bir Alex çıksa karşıma orada fena da olmaz hani. Ömercik duymasın, duyamaz da şimdi gerçi:)
 
 
*Avram şaplağı:)
 
 
P.S. Terbiyesiz olabilirim ama Denis Lavant'ın bu hali olursa tercihimdir. Terbiyemi takınırım o zaman:P

23 Ağustos 2012 Perşembe

Günden geceye.. Geceden güne.

Dün akşam dokuzda yatağa girdim. Gösteri Peygamberi'ni okuyorum; yatağa girer kitabı bitiririm dedim ama çok niyetim yoktu ki ışığı hemen kapadım. Pencereden gelen esintiye bıraktım kendimi. Karşı apartmandan gelen maç anlatıcısının sesi, hala sokakta oynayan çocukların sesleriyle harmanlı ama daha baskınca kulağıma kulağıma vurdu ama hiç rahatsız olmadım. Sokağın ve yaşamın sesiydi bu. Telefonumu 12'ye kurmuştum-ilaçlarımı almak için- bir tek o zaman uyandım. Tabii bir de sabahki alarmın sesine: 06.05. Ne 6'ya ne 5 geçeden daha ileriye kuruyorum alarmı. Anlamı var demek ki kafamda. "Yaşlı doğan, giderek gençleşen" bir burçmuş benimkisi. Evet, bu benim diyorum ama gece insanı olmayı çok seven ben nasıl oluyor da "artık" bu kadar erkenden yatağa giriyorum? Yaşlılıkla uyumanın alakası yok mu yoksa? Gündüz yaşayan insanlardan olmak istemiyorum hala ben. Gerçi kafasını yastığa koyar koymaz uyuyan insan da "hala" değilim.
Ne korkunç bir zamandayız. Uyumanın ya tam sırası ya da uyanmanın. Son bir yıldır uyumayı tercih ediyorum. Hala izlemedeyim ve hala acı çekebiliyorum. Ama acı çekmenin, değiştirmediğini bildiğimden acı kaynaklarını... hayır öyle de değil.. önceden de biliyordum bunu... sanırım bilmediğim sebepten ya da kendi özel yaşamımı korumak isteğiyle .. kapıyorum gözlerimi. "Güzel şeylerden bahsedelim.. "diyorum. Kötü (!) şeylerden bahsetmenin ne kadar anlamsız olduğuyla ilişkili bu... yani biz kimiz ki bahis konusu yapma cüretindeyiz acıyı? Acının sahibi miyiz de? Dört yıl önce malum acımın içindeyken, aynı acıyı benden yıllar önce yaşamış bir dostum, "Herkese anlatma..," demişti. "Ben o hatayı yapmıştım," demişti. O zamanlar herkesi dost bilen ben iki yıl sonra anlamıştım acının da değerli bir anı olduğunu ve bunun da tüm değerlilerimiz gibi "herkesle" paylaşılmaması gerektiğini. E, tabii ki yediğimiz kazıklar, hep en zayıf olduğumuz yerlerimize saplanır. "Seni tanıdığımdan beri kötü şeyler yaşıyorsun. Biraz da kendin yaratmıyor musun bunları? " demişti kazığı saplayan "dost" (!). Ölüm, benim yarattığım bir "bu" muydu yani:) Çok kırılmış çok kızmıştım ona. Şimdi olsa kızamazdım ve kırılmazdım da-çünkü ayırabiliyorum dostu. Düşmanınız olmayan kişinin dost olmadığını-illa ki de dost olmadığını. Dolayısıyla da aslında kazık da yoktur. Yanlış ve yerine ulaşmayan bir mesaj vardır ortada-paylaşılamamış bir mesaj. Paylaşılamadığı için değersizdir. Acı, anı mıdır? Acından ötürü kendine acımadığın noktadan sonra acı, anıdır. Değeri yüksek bir anı. Değerini veren, bizi biz yapmasıdır diye kestirip atmıyorum. Onları da geçtim. Değeri kişiye göre değişir. Bizim verdiğimiz herhangi bir değerde olabilir acı. Benim için gözlerimi kapayıp da baş başa kaldığımdır o. Baş başa kalabilmektir. Kendinle yüzleşmendir. Kendine hesap sorman, bazen kızman ve bazen de kendini affetmendir. Vicdan azabı olabilir bazen; bazen de ortaklaşa taşınmış bir eski derttir. İnsanı, insana en samimi olarak yakınlaştırabilen ortak bir bakıştır- diğerinin gözlerinde yakalayabileceğin en gerçek ve en kendini ele veren bakıştır. Yaşama yeniden başlayıştır.Olgunlaştığında şekil değiştiren şeydir. Neşeye çıkaran-her şeyle mutlu olmaya hazır bir şekle ve çabaya büründürendir sizi, yani beni. Acının sahibi olmak lazım önce, ona sahip çıkmak lazım sonra, şimdilerde çok popüler olan sözcüğün anlamını kaybettirmeden-mahremiyetle- korumak da..
Akşam oldu. Hassasiyetler artışta. Saat 23.14. Sodam bitmek üzere. Duş zamanı geliyor. Son iki sigara. Gayrete de gerek duymadan ilaç saatini de tutturacağım sanırım. İki sigaradan hemen sonra duşa girmek yeterli. Üçüncüsü olmasa/ olmazsa.... tamamdır. Sokağın ve yaşamın sesine karışsın bu gece de benim uykum.

14 Ağustos 2012 Salı

Birini Giymeseydim?

Başını yastıktan kaldırıp saate baktı, sonra yeniden kapadı gözlerini. Uçucu bir hali vardı sabahın; hani gözler kapandı mıydı yeniden karanlık çökecek; uykunun içinde önce yalpalayacak ve sonra teslim edecekti bilincini geceye. Belki ertesi gün anımsamaya zorlasa da kendini anımsayamayacağı yüzler, sesler, objeler ve gölgeler üşüşecekti bilinçten geriye kalan o boşluğa. Gerçekliğini yitirmesin diye sabah, uyandırdı bilincini. Önce sol ayağını salladı yataktan aşağı, üzerinde bastı ve sağlamasına yarım daire çizen bacağını taşıyan sağ ayağını da yerleştirdi gerçekliğin yüzeyine. Halıya temasla birlikte, ilerlemeye başladı banyoya doğru.. önce sağ ayak; üstünde sağ bacak.. sonra sol ayak; üstünde sol bacak. Kollarını hissetmeden girdi banyoya. Havlusunu duşakabinin üstüne fırlattı; küvetin içine girdi. Suyu açtı. Isınmasını beklemedi. Bedenim dediği varlığı şimdi arınmaya bırakılmıştı.
Akşamı düşündü. Karanlığı düşündü. Arınmanın verdiği nazlı sevinci ürkütmemeye çalışarak gülümsedi, gülemedi. Kısacık bir an, her şeye yeniden başladığını müjdeliyordu O'na. Duş anı değişim hissini verir "herkese" diye geçirdi içinden. Uzun sürmüş mutsuzluğunu bir "an" nasıl da değiştirebilirdi. Sevinçle mutluluğun ayrımını yapan, birinin "an" olmasıydı-sevincin.
Duştan çıktı. Bir önceki gün giydiği eteği gördü odasına döndüğünde; koşu bandının üzerine atılmıştı. Hayır, koşu bandının üzerine onu O atmıştı. Atılmış? Bilinç yokken? Belki. Dolabı açtı siyah bir tişört çıkardı; üstüne geçirdi. Mavi. Kotlarına baktı; birini çekti aldı. Mavi. Küpelerinin bıraktığı yerde olduğunu biliyordu. Saate yeniden bakarken ve bir yandan da neden hep aynı küpeyi takıyorum düşüncesinin içinden geçerken, onlar da yerlerine yerleştiler, onlar en sevdiği küpeleriydiler. İmitasyon olmalarına rağmen. Mutfağa girmeden salona uğradı, balkon kapısını kontrol etti yağmur yağarsa ben yokken diye. Mutfağa geçti ve dolaptan o gün için hazırladığı öğle yemeğini aldı. Taze fasulye, iki dilim kepekli ekmek-biri kahvaltı için- ve iki elma. Dün benzer elmalardan birini dişlerken, ne kadar uzun zamandır böyle sulu, böyle tadı damağına uygun bir elma yemediğini düşünüyor ve doğru bir alışveriş yaptığına seviniyordu. Küçük bir sevinç anı daha varmış meğer "dünde".
Koridordaki aynanın önüne geçti; makyaj çantasından çıkardığı pudrayla yüzünü "kabul edilebilir" bir yüz haline soktu. Rimel sürdü; dudaklarına da "cherry" parlatıcı. Biraz da allık. Allaşan yanakları da pek güzel olmuştu sanki. Çantasını aldı. Rahatlığın sembolü sandaletlerini geçirdi sağlı sollu ayağına.. "Birini giymesem mi?" dedi, gene gülümsedi kendine.

Merdivenlerden beş kat aşağı zıplar adımlarla iniverdi. Saniyelik bir bakış attı son kattaki boy aynasına. Tamamdır, dedi ve çıktı apartmandan.

Mavi tişörtlü, mavi kotlu, at kuyruklu bir kadın caddede yürümeye koyuldu böylece.  Henüz kalabalık olmayan caddenin birkaç metre aşağısına ulaşmadan minibüs geldi. Bu yıl hayatında ilk defa güneş gözlüğü ile karışmıştı insanların arasına. Güneşten mi insanlardan mı korunmalıydı? Bilemedi hangisinden kaçışla saklanmıştı siyah camların ardına..
"Birini giymeseseydim ne olurdu ayakkabıların?," diye sordu yeniden kendine. Ayak kabı: Kap. Gülümsedi siyah camların ardından gözleri...

19 Temmuz 2012 Perşembe

YANMIŞ DOLMA

İlk defa Pandora'da tavuk dışında bir şey yiyecek olmanın* heyecanını yaşıyordum ki "Eyvah, dolmayı yaktım," sözü ile heyecanım korkuya dönüştü: "Gene mi tavuk ha gene mi?"
Kötü günlerden geçerken, hayatımdaki iki rehabilite merkezinden birine gitmek üzere uyandım bugün: Edirne. Ama diğer merkeze uğramakla bitiriyorum günü: Pandora'nın evi. Tabii oturduğum yerden kalkabilirsem:) Gülümsemek lazım hayata. Onu yapmaya çalışmak lazım en azından. Akşam Pandora'nın tanımı ile "götü yanmış" dolma yiyeceğiz. Balkonda oturacağız. Benim tatilimin bitişine henüz on gün var. Yarın da Edirne'ye gideceğim kardeşlerimin yanına. Edirne'de bir barları var: MD Pub. Şu an tadilatta ama yolu düşen olursa tavsiye ederim:) Puba rağmen biz onların balkonunda oturuyoruz. Ceviz ağacının altında. Anı yüklü gülgesinde* o ağacın. Sağlıklı yaşam için son on günüm var önümde. Biraz anlatayım. Biraz anlatırsam atlatırım daha hızlı dedim. Ama baktım ki atlatacak çok da farklı şey yok hayatımda. Aynı döngüdeyim. Avantajlı durumdayım yani. Kaybedilen eski bir dostun acısı, yaşanılanlara üzülmemem gerektiğini kafama kafama.. yazdı? vurdu? ne yaptıysa yaptı ama kafama kafama idi eminim. Anneannemi kaybettiğimizde de buna benzemese de o his, uzun saatler boyunca ütü yapmıştım-ki ben hiç uzun saatler ütü yapan biri değildim. Evimi dip bucak temizlemiştim de. Bu normaldi. Ama ütü yapmak değil. Ütü yapmak yeni bir yaşama başlamaktı sanırım. Onun sembolü idi. Belki de öyle değildi. Şaşkınlıktan hiç yapmadığım bir şeyi yapıyor olmaktı bu belki de. "Belki de.." Bu sözle açıklıyorum hayatımdaki birçok şeyi ama n'apalım... bu da benim. Biri vardı O'nla da ayrıldık iki gün önce. Birbirimizden ne kadar farklı olduğumuzu gördüm pazar akşamı. O fark kimi zaman insanları birbirine yakınlaştırır-benim de bu sebeple yakınlaştığım oldu birilerine bir zamanlar- ama bu kez öyle olmadı. İyi biriydi belki de ama karşımda konuşan kişiyi dinlemekte zorlanıyorsam bitmiş demektir. Bitti. Öyle işte. O da beni dinleyemiyordu çünkü ben artık konuşmuyordum. Düşünceyi paylaşmak aynı düşünmesen de karşındakiyle önemli.
Kızım kızım nazlı kızım.. yazlıkta mutlu günler yaşıyor. Annesi de mutlu bugün. "Götü yanmış" dolma yiyecek:) Bir de başka bir dost var son günlerde. Adı Cem:) O da iyi geliyor. Güç birliği oluşturduk sanırım biz. Dolmanın tadına O'nun da bakmasını isterdim.
Yazı yazmaya devam etmeliyim. Bu da iyi günlerde olduğumun göstergesi.. bunu istemek yani. Yanmış dolma gibiyim ben de ama tadım güzel:)

* Güzel yapıyor ama tavuğu ve tabii yanında çok lezzetli birçok şey de oluyor. Hışmından korktum da ondan yıldız koydum:)
*Gölgesinde gülünce "gülge" oluyor:P Kıvıramadım sanırım:)

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Ebru Gültekin Ilıcalı için Basın Açıklaması



Toplu taşımadan yararlanmak temel bir insan hakkıdır. Toplu taşımayı herkes için ulaşılabilir kılmak ve toplu taşıma araçlarını kullanan insanların can güvenliğini sağlayacak önlemleri almak ise, Ulaştırma Bakanlığı ve (söz konusu durumda) Devlet Demiryolları yönetiminin görevi, sorumluluğu ve zorunluluğudur. 11 Temmuz Çarşamba günü öğle saatlerinde Feneryolu İstasyonu'na, toplu taşıma araçlarından yararlanma hakkını kullanmak üzere oğlu Ege ile birlikte giden sevgili dostumuz Ebru Gültekin Ilıcalı, hükümet politikaları ve kadrolaşması sonucu, Ulaştırma Bakanlığı ve Devlet Demiryolları Müdürlüğü'ne atanan kişiler en temel görev ve sorumluluklarını yerine getirmediği için hayatını kaybetti. Perona giren trene, oğlu Ege'nin içinde bulunduğu bebek arabasını yerleştirdiği sırada kapılar kapanıp tren harekete geçince, vagon ile peron arasındaki boşluğa düştü ve en temel hakkı olan yaşama hakkı, doya doya yaşayacağı yarınları elinden alındı. Bizler, bu olayın bir “kaza” olarak gösterilmesine, kaderle ilişkilendirilmesine ve “Ebru'nun paniğe kapıldığı” ya da “dengesini kaybettiği” şeklindeki, aslında işlenen suçu yok saymaya ve tepkileri esas sorumlulardan başka noktalara yönlendirmeye dönük bir söylemin yaygınlaştırılmasına izin vermemeye kararlıyız. Çünkü bu olay, bir ihmal silsilesi sonucu işlenen kamusal bir cinayettir aslında. Sorumlular ise, Marmaray Projesi için getirtilmiş olan yeni ve daha güvenli trenler Edirne ve Haydarpaşa'da bekletilirken, kapıları bile doğru dürüst kapanmayan 40 yıllık trenlerle hâlâ yolcu taşınmasına göz yuman Ulaştırma Bakanı ve Devlet Demiryolları Müdürüdür. Her iki idareci de, mevcut demiryollarının hem yük trenleri, hem de şehirlerarası ekspres yolcu trenleri tarafından kullanıldığını ve eski tip banliyö trenleri için uygun olmadığını bilmelerine rağmen, aynı hatta bu trenlerin tümünün işlemesine göz yummuşlardır. Ebru'nun hayatını elinden alanlar, vagon ile peron arasındaki mesafenin uluslararası standartlara göre en fazla 5 santimetreyi (yani bir insanın düşmesinin mümkün olmadığı genişliği) geçmemesi gerektiğini bildikleri halde istasyondan istasyona 20 ile 40 santimetre arasında değişen vagon-peron arası mesafeyi görmezden gelen, bu mesafeyi bertaraf etmek adına girişimde bulunmayan bu insanlardır. Görev, sorumluluk ve zorunluluklarını hiçbir şekilde yerine getirmeyen Ulaştırma Bakanı ve Devlet Demiryolları Müdürü, insan hayatının zerre kadar önemsenmediği bir sistemin yansıması olarak karşımızda duruyor. Aynı sistem, can güvenliğinin en elzem konulardan biri olduğu taşımacılık alanında, özelleştirmeyi ve taşeronlaşmayı yaygınlaştırarak “sorumluluk” kavramını yok ediyor ve bugün yaşadığımız gibi can kaybıyla sonuçlanan ihmallerde bu politikaları üreten hükümetin ve bu hükümet tarafından atanan yöneticilerin suçun esas sorumluları olduğu hakikatinin üzerini örtüyor. Kurumun yapması gereken birçok hizmette olduğu gibi, istasyon ve duraklardaki yolcuların can güvenliği de taşeronlaştırma politikaları dahilinde özel sektöre verildiğinden, bu hizmetler hem kalifiye olmayan insanlar tarafından yürütülüyor, hem de eksik personel çalıştırılıyor. Bizler, Ebru'muz hayatta olsa ve böylesi bir şekilde birinin hayatının elinden alındığına şahitlik etse, başka türlü davranmayacağını gayet iyi bildiğimizden, başka ölümler yaşanmasın diye, bu olayda ihmali olan Ulaştırma Bakanı ve Devlet Demiryolları Müdürü görevden alınana, yargılanana ve cezalandırılana kadar bu davanın takipçisi olacağımızı buradan duyuruyor, benzeri can kayıplarının yaşanmaması için gerekli önlemlerin derhal alınmasını talep ediyor ve sizleri de bu süreçte bizlerle dayanışma içinde olmaya davet ediyoruz.

26 Haziran 2012 Salı

OTOBÜS

Bazen tek bir cümle yetiyor: "Otobüsler gitmeli." Böyle bir cümlenin içinde, gitme ihtimali vardır. O otobüsün içinde gidebilme ihtimali de. O zaman bu olasılığı ne yapmalı? Ne yapmalı gitmeleri? Gitmek gitmek diye yazılanlar var, gitmek şöyledir, gitmek yok "şöyle" değildir böyledir. "Böyle" de değildir, öyledir. Herkesin (blog aleminin minimalde) hayali gitmek. Kimse gelmeyi istemiyor; herkes gitmek istiyor. Gelmeyi de istesen gitmeyi de "kalıyorsun". Ben gitsem mesela... gene ben olurum. O yüzden kalıyorum. Geleyim mi demiyorum kimseye?*
*Hiç demedim.
"Sen gel.." dedim çokça.
Ama biri çıkar ve "Otobüsler gitmeli,"der. Nasıl bir andır ki bu-o otobüsün içinde gidebildiğimi hayal edebiliyorum.Uçak çok çabuk; onla olmaz. Tren çok romantik; asla gerçek olmaz. Giden bir otobüs... Gitmeye "kalkmış" bir otobüs... hayatımıza en yakın olan... ve hazıra konmuş; giden otobüsün içinde kendini hayal edebildiği için sevinen kaçak yolcu ben. Ve öyle bir yolcu ki "giderken" aslında kendini "geliyor" sanan ben. Gelmeye uyuyan ben. Otobüste uyumak güzeldir. Hep geldik mi (?) hissini taşırsınız. Hııı geldik mi? Sağol Cem. Geldik mi Cem?

25 Haziran 2012 Pazartesi

Sürgün Başlar.. Yangın başlar..

Son Bir Aşk Gibi.

Çok yıllar önce çok yakından da olmasa tanımıştım seni. Yolum bir şekilde yakınından geçmişti. P. ile ilk sevgili olduğumuz zamanlarda dinlemeye gelirdik sizi. Siz P. ile ayak üstü sohbetler ederdiniz. Yıllar geçti şimdi. Eski Beyoğlu günlerine doğru bir bakış atıyorum.. geçmiş zaman.. P. de yok sen de. Üç yıl arayla -benzer nedenlerle- gitmişsiniz. Gözümün önünde şimdi o mekan: Sen sahnedesin, P. de sahne önünde. Acaba ne konuşuyorsunuz? Senin yaşını dört geçtim, P'nin yaşına henüz yedi var. Ne zaman seni ansam O da var o özdeş hissin içinde. Anneannemin ölen bebeğine ağlayamayıp da ölen civcivine ağladığı gibi... mi şu an içimde birikenler.. sanırım öyle. Sessiz bir odada, bir ölü kadın, iki genç adamız şimdi.

Düşlüyorum bu kenti
Son bir aşk gibi.

Düşlüyorum bu kenti... son bir aşk gibi.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Cumartesi

Sabah erken uyandım; güneş odaya dolmuş haydi kalk diyor. Güneşten rahatsız oldum; o nasıl karar verebilir benim güne başlayıp başlamayacağıma (!). Kalktım oda değiştirdim. Başka bir yatakta uyumaya devam ettim. Pencere sonuna dek açık.. uyumuşum. İkinci seansını da tamamladım uykumun. Sonra zaman geçmiş; uyandım. Hala sabahın ilk saatleri idi. Yeniden oda değiştirdim; kendi odama döndüm. Güneş yüzünü başka yöne çevirmiş; benim odamda serin serin bir rüzgar. Bu kez "şımarıkça" uykuya daldım. Hiç niyetim yoktu uyanmaya, evet. Uyumuşum... uyumuşum. Telefonuma mesaj düştü. Saat 12.38. Bir mesaj daha geldi; onu da yanıtladım. Uyudum.. Saatler sonra bu kez çaldı telefonum. Açtım. Arkadaşım bana geleceğini söyledi. Sevindim, gelsin istedim. Telefonu kapadım, yataktan fırladım. Ortalığı topladım. Banyoya gittim. Yüzüm şişmiş. Yüzümü yıkadım. Mutfağa geçtiğimde kapı zili çalındı. Ne de çabuk gelmişti P.
Açtım kapıyı.. "oooo oooooo" P. nin elinde biralar. Bu kız öyle içen bir kız değildir de-ki gündüz içsin. Derdini de alıp gelmiş demek ki bana. Ben Türk kahvesi yaptım; o ilk birasını açtı. Ben kahveyi beğenmedim; döktüm. Nescafe yaptım; O ikinci birasını açtı. O içti.. ben içtim. Anlattıklarını dinledim. O ağladı; ben dinledim. Bir bira da ben açayım bari dedim. Kızdı: "Hayır onlar benim biram, bitmesin!" Güldüm. Oturdum yerime. "Taksim'e gidelim, "dedi. "İyi gidelim, "dedim. Akşam misafirim olacak arkadaşıma mesaj attım: "Taksim'e mi gitsek?" Yanıtını tahmin ediyordum: "Bugün kandil ya... ben kandilde alkol almıyorum canım." "Tamam canım, " diye yanıtladım. P. içip ben içmeden kopmuşum. "Annemleri arayayım kandillerini kutlayayım," dedim. Güldük P.'yle. Aradım, babam çıktı. Benden bunu beklemediği için pek mutlu oldu. "Sağol kızım, "dedi bana. Dedemi istedim telefona, sonra annemi. Hepsini sevindirdim....P. ile çok güldük masada duran biralara bakarak. P. gibi aslında inançlı birinin içiyor olması... benim olmamam. Hayat bazen inançlarını alıp götürüyor insanın elinden. Bugün öyle bir gündü. Kandil kutlaması yaptım ben:) P. de içti:)

10 Haziran 2012 Pazar

6 Haziran 2012 Çarşamba

Uçarım diye belki..

yürürken kollarımı iki yana açtım
uçarım belki diye tesadüfen
.*

Esra Balaban (Çok başka yazan kadın)

*Orijinalinden alıntıdır bu nokta. Satır sonunda değil; satır altında.

Başladı yağmur..

Başlamadı mı....?

"Millions long for immortality who don't know what to do with themselves on a rainy Sunday afternoon./ Yağmurlu bir pazar günü öğleden sonra ne yapacaklarını bilmeyen milyonlar, bir de ölümsüzlük isterler," demiş Susan Ertz.
"With themselves" ifadesini atlamış çeviren. Çok gerekli mi bilmiyorum ama sorun kendinle ne yapacağını bilmemek. Bunu bilmemek için de ne yağmurun yağması; ne öğleden sonra olması ne de o öğleden sonranın Pazara denk gelmesi gerekiyor. Ölümlülük de zaten o bilmemeye eşdeğer değil midir? Öyle yoruldum ki "değil mi?" ile biten cümlelerimden.
Bu akşam eve gittiğimde "ben" olacak yalnızca. Evde tek başına olduğum yazların ilk akşamını yaşayacağım. Dolayısıyla, "benle" ne yapacağım konusunda biraz düşünmem lazım. Bunu yapabileceğim iki saat olacak elimde; E-5 trafiği - bu kez- bana zaman kazandıracak. Yukarıda alıntıladığım cümleyi içeren kitaba devam edeceğim bu iki saatte, o kitap yeniden beni bir noktadan diğerine taşıyacak. Düşünceden-düşünceye akarken, E-5 trafiği aksi bir şekilde "duracak". Ama benim kazanacağım ne çok şey var akmayan o yolda.
Okuduğum kitabı geçen gün birlikte çalıştığım genç bir arkadaşım verdi. Final günüydü sanırım; ben stres içinde kulaç atmaya çalışıyordum. Boğulmamak için. Kimseye de imdat çağrısı yapmamıştım ama G., ben "koridorda ne okusam acaba" diye kendi kendime söylenirken; daha doğrusu "kendi kendime" söylendiğimi sanırken, "Hocam, sizi mutlu edecek bir kitap var bende; onu okumak ister misiniz," dedi. G. gözlemciymiş-yeni yeni tanıyoruz birbirimizi ama kocaman mavi gözleri boşuna kocaman değilmiş:)
O günüm bu kitabı okuyarak geçti, sonraki günlerim de.. ve bugün o kitap bitecek biliyorum-yolda bitecek.
..
Anahtarla, kapılarını açacağım. Önce apartman kapısı; sonra dairemizin kapısına ulaşmaya engel demir parmaklıklı dış kapı; ve en sonra dairemizin kapısını. Yağmur yağacak diyorlar. Ben kendimle ne yapacağımı biliyor olacağım- başladığında yağmur. Başlarsa yağmur. Başlasın yağmur. Başlamalı yağmur....
Ölümsüzlük de istemiyorum... Başlamadı mı-hala- yağmur?

2 Haziran 2012 Cumartesi

Kemal Bey



"Aklım başında değil ki sebebini bilmiyorum. Bize nazar değdi inan adım gibi biliyorum.." Bu şarkının sözlerini ne zaman duysam Kemal Bey'i hatırlarım. Kemal Bey, yeşil gözleri-bir zamanlar çok can yakmıştır dediğim- yorgun yüzü; uzamış sakalına ve çift küpesine tezat taşımakta kararlı olduğu kravat* ile her sabah minibüs beklediğim caddede benimle minibüs bekleyen adamın adıdır. Adını ben koydum o adamın. Kravatsız bir Kemal Bey düşünemem; kravatlı o adamı da Kemal adı olmaksızın düşünemem-düşünemedim. Minibüs beklerken-sabahın o kör saatinde- hep o şarkıyı mırıldanırdı: "Aklım başımda değil ki sebebini bilmiyorum. Bize nazar değdi inan adım gibi biliyorum." Yoksa "sebebini biliyorum" mu diyordu şarkıda. Her ne olursa olsun, eminim, Kemal Bey, "sebebini bilmiyorum" diyordu.
Bazı şarkılar vardır, söylediğinizi fark etmeden söylersiniz; aynen bir tekerleme gibi dilinizde yuvarlanır durur. Dilinizde dönüp duran bu sözleri ilk duyanlar tekerleme tadını almazlar asla. "Demek ki çok sevdiği bir şarkı bu", derler. Biraz da içlenip "ah" çekiyorsanız şarkının peşi sıra, "Anısı var belli ki," de derler.
Kemal Bey'den bu şarkıyı ilk duyduğum zaman, ben de anısı var bu şarkının diye düşündüm. Yan yana beklerken minibüsü, duymamış gibi yaptım Kemal Bey'i. Rahatı bozulmasın, utanmasın hani "çıkıverdiyse ağzından" birden bire şarkının ilk dizeleri diye.. sağırı oynadım. Ben de aynını zaman zaman yapmıyor muydum sanki? Benim şarkım da "Başka türlü bir şey benim istediğim.." di. Gerisini şimdi sorsanız-ne zaman sorarsanız sorun- getiremem.
Bilinçaltı diyorum benim "başka türlüme" ben.
Kemal Bey'inki neydi acaba?
Neydi diyorum çünkü artık Kemal Bey'le beklemiyorum minibüsü. İlk göremediğim sabah O'nu, ya ben erken çıktım evden ya da O geç kaldı dedim. Sonraki günlerde de karşılamadığımda ise, başına bir şey mi geldi acaba diye "hafiften" kaygılandım.
Şimdi ise alıştım. Ne güzel yan yana duruyorduk. Kemal Bey'cim şarkısını söylüyordu; ben de duymazdan geliyordum. Aramızda kurduğumuz iletişim bu değil de şu olsaydı:
"Aklım başımda değil ki sebebini bilmiyorum. Bize nazar değdi inan, adım gibi biliyorum."
"Ne güzel, her sabah sizden bunu duyuyor olmak. Sabahımın seremonisi oldunuz."
... şimdi ben Kemal Bey'in aslında Kemal Bey olmadığını, hatta "bey" de olmadığını öğrenmiş olacaktım. Büyü bozulacaktı; hikaye de peşi sıra.
Girmediğimiz-alışılmış- iletişim kanalları, bazen karşımızdaki insanla, yalnızca kendi seçtiğimiz kanallar üzerinden "çok da özel" bir iletişime girdiğimizin kanıtı olabiliyor.
Benim bugün hatırladığım bir Kemal Bey'im varsa, sebebi de bu özel iletişimdir.
..
Kemal Bey'le neden bir kez daha en azından karşılaşamadım? Mesai saatleri değişmiştir sözünü söylemek istemiyorum. Kemal Bey'in daha özel bir hikayesi olsun istiyorum. O şarkının ve o sabahların hatırına: "Başka türlü bir şey benim istediğim..."
*Kararlılık değil de zorunluluk da olabilir. Bilemiyorum.

Hala...

1 Haziran 2012 Cuma

Aynadaki Aksim'e benden ve benden de O'na gitti.

Klişe (Eski Yazılardan-6 Ocak 2010)

"Sanırım anne-babadan kalma bir şey bu."
"Anne-babadan kalan?"
"İlişkileri yürütememe."
"Öyle düşünme, lütfen."

Öyle düşünme desem de C.'ye.. aslında benim de düşündüğümü düşünüyordu genç adam. Anne ve babasının ayrılık hikayesini şimdi kendi ayrılığını yaşarken aklına getirmesi yeterince açıklayıcı değil miydi? Büyük bir genellemenin karanlığında yolunu bulmaya çalışırken C., O'na kendini meşgul etmesini öğütledim. Sözde bir yetişkin olarak teselliden çok öğüde çalıştı aklım.

"Meşgale demişken hocam.. İşaret dilini öğreneceğim, "diye karşılık verdi benim öğüdüme. Nedenini sordum. Bana "Başka Dilde Aşk" filminden bahsetti:) Mutlaka izlemeliymişim. Tamam, dedim izlerim. Başka dilde aşk yaşamak istiyordu demek ki C. Bozmadım. Bıraktım kendi haline. Başka dilde aşk meşk olmaz C'cim demedim O'na. Çok bilmişlik ve görmüşlük yapmanın zamanı değildi.

C. , şu vakitler ayrıldığı kız arkadaşını başka bir dilde sevseydi acaba ne değişirdi sorusunu soruyor olmalı. Eski sevgilisiyle arasındaki dilin, diğer insanlarlarla arasındaki dilden çok da farklı bir dil olamayacağını ve olmaması gerektiğini bir gün anlayacaktır. Bir dilin ömrü, o dili kullananların ömrüyle sınırlıdır sadece. Aşk dilinin var olduğunu kabul ettik diyelim.. çoğu zaman diyalog gibi gözükse de monologtan ibarettir. Yan yana durduklarında, göz göze baktıklarında, karşılıklı sözcükleri birleştirip cümleleri atıp tuttuklarında diyalog sandıkları şeyin, monolog olduğunu tek başına kaldıklarında, uzaklara daldıklarında ve aynı sözcükleri ve cümleleri duvarlara pasladıklarında anlarlar aşk dilbilimcileri. Mesaj aynı mesajtır ama ne monologta ne de diyalogta alıcısı vardır. Alıcısı varsa dahi mesaj alıcının antenlerinden geçerken çooooook değişmiştir.

İki klişe sözcükten -diyalog ve monolog-ibaret klişe yazımı bitirirken yarın yepyeni (yani eski ve püskü) ne klişelerim olacak kim bilir demek istiyorum. Diyorum. Diyorum ve gecenin son sigarasını yakıyorum.
Fon müziği: BİR KULUNU ÇOK SEVDİM... :P

Gün

Bugün finali yaptık. Yaz bizim için de öğrencilerimiz için de başladı. Öğleden sonraki sınavın son bölümünde koridorda görevliydim. Bir an önce bitsin de sınava, yaza girelim diye bir ileri bir geri dolaşırken, sınıflardan birinden çıkan arkadaşım, elinde bir kopya kağıdı ile çıkageldi. Üzerinde düşünmeden, kağıdı alıp, o an yakın bir sınıfta kopya çekilmesini önlemeye çalışan (içerideki iki hocaya rağmen) üstüme götürdüm-ki üstüm dediğim arkadaş biraz önce de kopyanın yakalandığı sınıftaydı. Beklenmedik bir hareketle üstüm, kopya kağıdını alıp o sınıfa yöneldi. Ben de peşinde.. Kopya çeken kıza yaklaştı; kağıdını çekip aldı ve "Disipline gideceksin," dedi.
Evet, her şey, "elden ele" aktarılarak, bir anda olup bitti.
Kız(cağız) kağıdı verdi; yüzümüze bakmadan, koridor boyunca yürüdü; tuvalete girdi.
Gerisini izlemedim.
Böyle olacağını bilsem-ki bu aslında izlenmesi gereken prosedürdür- ne yapardım?
Okuldan çıkarken, kopya kağıdını yakalayan arkadaşımı gördüm. Çok üzgündü. O yakalamıştı, ben de ani bir hareketle kız(cağızın) başını yakmıştım. Üstümüzün, olayı kapatacağını da sanmıştık muhtemelen ikimiz de. Ya da bilemiyorum ne olmuştu tam olarak.
Kopya ile öğrenciyi yakalamamak için elimizden geleni yaparken, kopya ile yakalanan o kızın hiç mi suçu yoktu ki? Kader dedikleri şey mi oldu ya da?
Şimdi ne olacak? Bilmiyorum. Umarım kader belki de dediğim şey, sonrasında başka kötü şeyleri getirmez.
Her sınavda bana böyle bir vaka gelmesin diyorum. Bu kez geldi. Neden öyle otomatik davranışa geçtim? Sebebi var aslında ama.. olan oldu.
Tuvalette ağladı mı acaba:( Kader dedikleri şey, benim bugünkü kafa halim* miydi ki?
* Alt-üst kafası

29 Mayıs 2012 Salı

Aslancık...

Mis gibi yağıyor gene. Babam, "Gece yağmur yağdığında, çatıya düşüşünü dinliyorum damlaların.. çok hoşuma gidiyor," dedi akşam yemeğinde. Misafirlere, akşam olduğunda-yemeklerden sonra- nasıl da evin içinde kendi köşelerimize çekildiğimizi anlattık hep birlikte. "Seni çok romantik gördüm baba," dedim. Devamını getirmedim ama, "sululuk" olmasın diye-misafirlerin yanında.
Ve sonra kimse aynını yapamazken, ben kendi köşeme çekildim. Babamın yerine dinliyorum yağmur damlalarının düşüşünü.. terasın kapısı açık sonuna dek... pencerem de açık.. çayım bitmek üzere.. bitmesin diye almıyorum son yudumlarımı.. bakıyorum büyük alırsam üç.. küçük küçük alırsam altı eder .. altı yudumda bitsin o zaman bu çay da.
Hastayım azıcık da ama uyursam geçecek.
Uykuyu seviyorum ben artık. Gece yatakta, okul yolunda ve okuldan dönerken serviste, okulda koridorda yürürken, sınıfta çocuklarla en enerjik halimle konuşurken.. hep uyuyorum. Kendimi uyutuyorum. Dün mutsuzdum; bugün mutluyum ama her halimle kendimi "iyi" uyutuyorum.
Hastayım azıcık da ama evet uyursam geçecek.
Son sigara ve sonra yatak...
P.S. 1 Gün içinde en çok söylediğim şarkı: Bir küçücük aslancık varmış... annesi onu... çok çoook severmiş.
P.S. 2 Başbakanı protesto etmek için Taksim Meydanı'nda toplu kürtaj olalım, yazmış bir arkadaşım. Gülmedim desem yalan olur. Gülmemeli miydim oysa?
P.S. 3 THY emekçilerinin grevi, tetiklese keşke bir şeyleri.. dedik bir de.
P.S 4 "Bir küçücük aslancık varmış.." :)
İşte bu kadar ilaçlanmış bir kafadan geçmiş olanlar.
Yağmur kesildi; ben uyuyayım.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Şşşşşş

Misafirlerimize çay servisi yaptım. Onlar beni bu evin hatırladıkları Karoshi'si sandılar mutlaka ki. Kimse kimseyi tanımıyorken, bize yılda yalnızca bir kez-yaz başı- gelen insanların beni tanımamasına neden şaşırıyorum? Şaşırmıyorum ki. Gün nasıl geçti? Hava durumuna uygun giyinmeyi-üstün çabalarıma rağmen- bir türlü beceremeyen biri olarak, bu kez kendime güvenli uyandım. Akşamdan her şeyi hazırlamıştım. Her duruma uygun önlemlerimle yola çıktım. Okula varışımın üstünden henüz bir saat geçmemişti ki sorunumun giysilerdeki sorunum olmadığını fark ediverdim. Giysilerle sorunum sabit elbette-asla da değişmeyecek. Uyumsuzluğum beni aldı götürdü sonra saklandığım köşeye. Elimde kahve, ilk sigaramı "titreyerek" içtim. İkinci sigaraya geçtiğimde, bugün yağan yağmuru ve bu karanlık havayı -bu kez- sevdiğimi fark ettim. Ne güneşi seviyorum bu sene ne de yağmuru.. diye geçti içimden. Ben yağmuru severdim oysa. Bunu düşünürken, kuş seslerini duydum. "Bunlar da kendilerini şaşırmışlar," dedim. Kendini şaşırmak da neyin nesiydi? Bilmiyorum. Bir şeye inat da olabilirdi zamansız cıvıldamaları.. Benden mutluydular tek bildiğim. Yalan nasıl bilebilirim ki? Bir: Kuşlar mutlu olur mu? İki: Bu öten kuşlar mutlular mı? Dilini bilmediğim varlıkların mutluluklarından emin olamam..
Gereksizse de düşündüm bunları. Sonra... ben de o kuşlardan biri olayım; öyle döneyim odaya dedim.
Neşeli neşeli/neşeliymişcesine girdim ofise. Saçma sapan olmalı ortaya saçtığım neşe sözcükleri.. öyle olmalı ki ne dediğimi hiç anımsamıyorum.
Tüm günü final sınavında çıkacak kompozisyon sorularını hazırlamaya çalışmakla geçirdim.
Ne aklıma geldiyse beğenmedim. Beğendiklerim oldu gerçi ama onları da çocuklar yazamaz ki dedim.
Bir ara gazetelerde gezindim. Malum konuya benimle birlikte kafa yoracak birini aradım. Bulamadım. Herkes kendi derdine düşmüştü, herkes dertliydi. İşte, bir gereksiz halin içine daha girdin, dedim. Sen kompozisyon konusu ara, başka şeye de bakma, dedim.
Konu futboldan, aşktan, evlilikten, çocuktan, modadan, işten seçilsin ki kolay yazılabilsin dedim. Birkaç tane seçtim; yazdım; son kontrole yolladım:)
Bunu tamamladığımda sanırım saat üç civarı idi. Sonrasında da bir şey yapmadım.
Bir şey yapmadığım halde kahve-sigara araları verdim.
Güne başladığım yerde; o köşede günü bitirdim.
Rutinimi bozan tek şey, ofisin anahtarlarını kaybetmiş olmam oldu ama bu da bana yeterince heyecan yaşatmadı. Nerede ve ne zaman kaybettiğimi bildiğim için, anahtarlara ulaşmam yalnızca beş dakikamı aldı. O zaman buna kaybetmek de diyemeyiz, değil mi? Unutuş deriz.
Şimdi de biraz unutuştan bahsedeyim. Romantik anlar yaşatsın sözcükler..
Unutulanı anlatmak mümkün değil ama.. Unutulunca, unutulmuştur.
Kuşlar da sustu şimdi. Şşşşşş....
.................

27 Mayıs 2012 Pazar

Bu Kadar..

Benim dışımda biriyle konuşurcasına ellerimi-avuçlarım yere bakar durumda-indirip kaldırıyorum: "Sakin.. sakin.. ol" diyorum. Bu aralar sakin olmanın yollarını aramakla; bulduklarımı da uygulamaya çalışmakla geçiriyorum zamanımı. Çok hızlı yaşıyorum. Hızlı düşünmem ve hızlı hareket etmem bekleniyor benden. Bu aralar dediğim zaman, önümüzdeki haftanın sonunda bitecek. Bu gece bunun mutluluğunu yaşıyorum. Sağlıklı yaşamaya başlayacağımın da göstergesi bu bitiş.
İş yaşamındaki hareketi özel yaşamıma da aktarmanın zamanı geldi, dedim bu sabah. İki alanı aynı hareketlilikte yaşayamıyorum aynı anda. Her pazarı evde uflaya puflaya geçiren "beni", bu sabah yataktan büyük bir enerji ile çıkarmayı başardım. Kahvaltıdan sonra, uzun zamandır beni rahatsız eden "gereksizlerden" kurtulmaya karar verdim. Atılacakları attım. Elimdeki süpürge ile giriştim işe. Kitaplığın tozlarını aldım; kitapları olmaları gereken yerlere yerleştirdim. Hızımı alamadım. Tüm evi temizledim. Anneciğim pek mutlu oldu.
Kızım genç kız oldu, demiştim sanırım. Akşam kendi bedenime bakım yaparken, O'na da yaptık aynını. Genç kız* olduğu gerçeğini özümsemeye başlıyorum ben de, dedim kendi kendime. Artık kucağımda tuttuğum, dudağının kıyısından süt akan bebek değil Suzi. Bu yıla gelinceğe değin kafamdaki görüntü hep buydu. Belki bu duruma alıştığımda yeniden o görüntüye dönüşü yaşarım. Kim bilir. "Sakin... sakin.. ol."durumu bu konuda da geçerli.
Başka ne var ne yok? Yazmayı özledim. Günlük yazmadan yazamadığımı biliyorum. İlk defa bu dönem yazabilecek zamanı bulamadım. Ya da ben yaşlandım. Sabaha dek oturabilen "ben" şimdi en fazla 12 de yatağa gidiyor. Bu gece hariç. Akşamüstü aldığım kas gevşeticinin etkisiyle uyumuşum. Şimdi o uykunun bana getirisini değerlendiriyorum.
Ne güzelmiş "öylesine" yazacak zamanımın olması. Bu gecelik ben bu kadarım. Bu kadar olmayı da özlemişim.
*Delikanlı/Genç erkek vs Genç kız/kadın.. ayrımı yapılmamaktadır bu sözcükle:-)

13 Mayıs 2012 Pazar

Suzi ve Ben

Göğsünde uyumaya hazırlanırken ve O çoktan uyumuşken, duyduğum kalp atışının benimkinden önce durmasından korkarak uyumaya çalışmak çok zor. Bazen "Acaba ben O'nu ayak bağı gibi mi düşünüyorum.. hani bağlaması çok zordur ama o derecede de kolay dolanır ayağınıza.." diye diye kendi kendimi sorgulayıp -bazen de fazlaca haksızca- eleştirdiğim zamanlarda "ben " olmak çok zordur. Ne zaman ki kendimi hayatın akışına bırakmaya hazırım ve hiç düşünmeden o akıntıda sürükleneceğim desem, karşımda olmasa da zihnimdeki O'nun yüzüne bakmak.. daha da zordur. Doğurmak bunlardan daha zor değildi ama çok da zor doğurmuştum. Şimdi en başa dönüyorum. Kalbini dinlemek O'nun en zoru. Bedeninden çıkan "insana" sorumluluk duyuyor doğuran. Bedenin yaşadıkça, diğer sen gibi gördüğün-öyle görmemek lazım tamam ama-bedeninden çıkan canlı-kanlı-etli-kemikli sevdiğin "insanın" da yaşamasını istiyorsun. Sanırım "evlat acısı" denilen de bundan dolayı en zoru kaybetmeler arasında. Bunu yaşamamak için anne olunmamalı. Olunacaksa da bu harika bir şey değil, en baştan bilinmeli. Yaşamanın acısına acı katmak birini doğurmak. "Buna rağmenlerle" devam etmeyeceğim... Sevmekten "zaten" bahsettim şunca satırdır.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

GECENİN İÇİNE..

Haftasonu eve iş getirdim; sırf haftaiçi yapacaklarımı kolaylamak için. Erken uyandım ki erken başlayayım çalışmaya. Çok erken başlamam gerekmiyordu ama "maç" var dedim; çalıştırmazlar beni akşam.. Öyle de oldu. Sinirlerim tepemde. Benim sinirlerim tepemde ama dışarıda da ciddi ciddi bir tehlike yaşanıyor. Fren sesleri durmuyor. Şu an evde ya da bir ambulans içinde hasta olanlar da dahil bu durumdan rahatsız olan herkes adına: "Yeter artık!" diyorum. Bildik düşünceyi tekrar edeceğim ama onca adaletsizlik varken şu memlekette birlik beraberlikle baş kaldırılmayı bekleyen, bu gece yaşananları cidden hazmedemiyorum ben. İnsanların eğlenmeye; çoşmaya ihtiyacı var ama.. düşüncesinden de tiksiniyorum. Ne eğlencesi bu? Vahşetin neresi eğlencedir? İnsanların canının yanması ne zamandır eğlence?
Müzik de dinleyemiyorum; film de izleyemiyorum. Kaldım olduğum yerde. Sussunlar diye bekliyorum. Öyle işte. Bu gecenin bende yarattığı psikoloji bu: Tiksinti kaynaklı sinir harbi. Titreme nöbetleri. Gecenin içine kusanların üstüne kusasım var içimdekileri.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

BİZ


Sahilde indik arabadan. El ele yürüdük; çok uzaktık eve. Çok yüksek olmasa da topuklarım, ayaklarım ağrıyacak sandım ama ağrımadılar hiç. Daha arabadan henüz inmiştik ki : "Hocam!" sözünü duydum. Pavlov'un köpeği gibiyiz biz bu sözün karşında. Döndüm baktım arkama. İki üç genç bir masada oturmuş çay içiyorlardı. Birini seçebildi gözlerim. O'na bakıp konuştum:) Doğru seçmişim, hocam diyen O'ydu. Mekan onlarınmış, çay ısmarlayayım dedi eski öğrencim. Teşekkür ettim, "Biz yürüyeceğiz," dedim. Suzi'yi işaret ettim. İyi dileklerde bulunduk birbirimize, yolumuza devam ettik.
Çocukluğumun güzel evlerini gösterdim kızıma. Birkaç kilometre ederdi sahil boyu. Her geçtiğimiz yerde hoşuma giden eskiden kalma sayıca azalmış müstakil evler.
"Anne, ben bunu kastediyorum, işte. Haftasonları çıkalım böyle. Anneannemle, dedemi de alalım," dedi Suzi. "Senin de hoşuna gidiyor görüyorsun."
Benim de "çok" hoşuma gidiyordu, evet. Alışık olmadığım topuklara rağmen yürüdük... yürüdük. Hiç de ağrımadı ayaklarım.
Eve yaklaştığımızda sıra oturacağımız çay bahçesini seçmeye geldi.
Deniz kenarındakine gittik ama içimize sinmedi. Devam ettik seçmeye.
"Tepedekine gidelim. Babanla gittiğimize," dedim.
Oraya gittik. Çok tatlı bir teyze vardı. Masa örtüsünü çekti aldı, silkelemek için. Yeniden masaya yayma işleminde.. örtüyü.. teyzeye yardım ettik. Teşekkür etti.
Suzi tost da istedi. Hayır, dedim. Doğum gününden geliyoruz. Yeterince yedik aaaaa:) dedim.
Bir çay söyledik, bir de cola.
"Babanla geldiğimizde, hangi masada oturuyorduk?" diye sordum Suzi'ye. Soruları soran kim olursa olsun-Suzi'yle aramızdaki budur- ikimiz aynı anda yanıt veririz.
İkimiz de farklı masaları gösterdik.
"Başka şeyleri hatırlıyoruz demek ki Suzi," dedim. Her iki masada da oturmuşuz belli ki.
...
Bu akşamüstü de çok güzeldi. Burkulan bir şey olmadı içimde. Suzi'nin de-sanırım.
Eve dönüş yolunda da güldük.
...
Şimdi odamın iki kapısı var. Birine alışığım, hep evin içine açılır. İkincisi yeni olan; dışa açılan. Terasa.. Sembolik bir anlamı olacak, anladığım.
...
Haftasonları, Suzi'yi dinlemeliymişim. Anladım:
"Ben burada ödev de yaparım. Anneannem, dedem de olsun ama. Şu sandalyede dedem, şunda da anneannem oturur.."
Ne söylemem lazımsa sanırım söyledim. Mutlu bir haftasonu, mutlu bir "biz". Gidenimiz, kalanımız ile.