5 Mayıs 2015 Salı

Simit

Soluk soluğa yokuştan aşağı yürüdüm, fırını bulmak için. Fırın vardı bir yerde, öyle emindim ki.Yokuş aşağı yürürken soluk soluğa mı olur insan, öyleydim. Hem yürüyorsun hem de yokuş aşağı. Bazen insan böyle oluyor, ben sık oluyorum. Fırın varmış, evet. Buldum, ama poğaça satmayan bir fırınmış. Simitleri aldım, poğaçaların muadili olsun diye açmaları da. Poğaçaların muadili değildir diye düşünmüştüm ve öyle de oldu açmalar. Aslında, olmazdı tabii. Poğaça içe dönük, açma ise dışa dönük bir şeydir, dedim.Bunları şimdi düşünüyorum. Yokuşun bir de yukarıya çıkan halini yaşarsınız. İnerken dahi nefessiz kalıyorsanız... Diğerine bir "Off...". Tophane'den yukarı çıktım. Tanıdık gelen bir ahşap ev dışında hatırladığım, otoparkın birinin girişindeki iki adam. İki adamdılar. Başka detay yok, nefessizken.. Nefes sizken de diyeyim mi? Artık bunu diyen çok insan var, ben eksik kalayım. Konuşamıyor muyum yazamıyor muyum. Bir zamanlar bunu düşünmezdim. Başka şeyleri düşünürdüm. Şimdi düşünemiyorum.
Bir zamanlardan sonra, bir zamanlarda neler oluyordu, o yazılırdı. Her şey basitken, her şey çok basit dahi denmemeli. Basit olanın, çok olması da ne komikmiş. Arada-geçişlerde-yazmaya alıştığım şeymiş çoklu olanlar.
Metrobüste mi nerdeydi. Biri aslında yakından tanıdığı birini göstermek amacıyla, "Bak işte orda, kafasını uzattı şimdi," gibi bir şey demişti. "Kafa" ile tanımlaması bahsettiğini-muhtemelen uyku halinde olan bana- bam bam vurmuştu. Sonuçta hepimiz kafadan ibaretiz. İnsan dediklerimizle konuşurken o kafaya bakıyoruz genelde. Gözlerine gözlerine bakın, diye de ne çok yazı yazıldı. Niye? İnandırın. İnandırmak ve inandırıcı olmak. 
Poğaçanın muadili açma değil, demek ki. İlk söylenenden son söylenene böyle çıkılmaz ama çıktım. Her şeyi kurtaran ise simit. O hep bulunuyor, umut gibi.

20 Mart 2015 Cuma

Mutfakta oturuyorum. Televizyonda bir dizi var; onlar ağlarken ağlarım belki diyorum. Olmuyor. Benim dizlerimi döverek ağlamam lazım: Babam babam diye. Yaşadığım şeyi kalbimin çok kırılmış olduğundakine benzetiyorum. Benzetmelerle belki çözülürüm diyorum. Çözülmeden duracak, çok eminim. Herkes kendi gününe döndü ve herkesin kendi gününü yaşamasına izin veriyorum. Sabahları çok iyi uyanıyorum ama sonra hemen uyuyorum. Tüm gün uyuyorum, işimi yaparken -ki çok çok iyi yapıyorum ARTIK işimi- dışarıda binlerce kez yazılarımda adı geçen o köşede kahve içerken, çok çok güzel sohbet ederken hep uyuyorum. Çoğu zaman da aklıma gelmiyor babam. Öyle bir savunuyor ki beynim içimdekine karşı benliğimi. Biz ne ilkiz ne de son, diyor diyor diyor da diyor. Bu akşam kalbim ağrıyor. Elimle dokundum kalbimin üstüne ve elime geldi acım. Sonra kaydı gitti gene bir boşluğa. Çok acı ve çok yazık. Ne bana ne de bize bu acı ve bu yazık. Sana baba, sana ne acı oldu ne yazık. Kuşlarını beslemiyoruz artık. Maydanozlar ve yeşil soğanlar ne durumda biliyoruz ama bir şey de yapmıyoruz. Eve gelip soruyorum: Anne, babam geldi mi? Gelmedi değil mi gene? Annem: Gelmedi diyor, ağıt yakası geliyor ama o da yarım kalıyor. Kardeşim arıyor: Abla, babam geldi mi, gelmedi değil mi? Gelmedi, gelmiyor diyorum. Suzi ağlıyor, bana söz vermişti gitmeyecekti diye, bana en güzel O sarılıyordu çünkü kocamandı diye. Hiç gitmek istemedi her giden gibi. Ama gitti. Her gidene olduğu gibi oldu: Çok acı ve çok yazık.
Mutfakta oturuyorum yazları yalnız yaşarken yaptığım gibi. Oysa yazda değiliz. Babam olsaydı, çatıdaki odamda olurdum, rahat sigara içebilmek için. Şimdi çok rahat sigara içiyorum, mutfakta. Kaskatıyım.