31 Ağustos 2012 Cuma

Instance

Siyah üzerine bol mor çiçekli bir elbisem var benim, bu akşam onu giydim. Minik minik-morun farklı tonlarında çiçekler, şimdi üzerimde "benim" dans etmemi bekliyor. Ne küpe taktım ne kolye. Bir tek Albatros'um var sol göğsümde. Bu böyle bir akşam, Albatros'um ve mor çiçekli elbisem. Kurmaya çalışıyoruz ama çok zor-ben ve O üzerine bir kafiye. Kafiyeyi sevenimiz yok belki de. Bir sevda var gene  de içimde-yaşamaya dair. Sevdanın dili lal bu akşam. En bilindiklerle aradığı için anlamı, en bilinmezlere kapanıyor... tüketmemek için çabasını, gözlerini kapıyor tüm sözcüklere. Ne küpe taktım ne kolye, işte tam bu yüzden. Daha güzel bir şey söyleyemiyorsa, sussun diyor kalbine. Şampuan kokusu burnumda, bu benim kendimim. Mor çiçekli elbisem üstümde... Albatros'um sol göğsümde, ben bu akşam bir başka güzelim.

P.S. Gerçekten güzelim. Sen olsan sen de severdin. Instance da olsa öyle..

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Eylül

Toplasam en fazla yüz bilemedin yüz elli adım atsam, evimizdeyim. Her sabah değil belki ama "bazen" sabahları fırının karşı yakasından, aynı fırının köşesine denk gelen salonumuzun ufacık bir kısmını ve mutfak balkonumuzun doğu cephesini görebiliyorum. Her baktığımda içinde sen, içinde ben.. ve Suzi bazen de.  Sabah dörtlere dek izlediğim filmler-çoğu kez. Mutluyken biz, karşı üçlü koltukta sen. Önündeki sehpada biraların.. bazen de benim biram ya da biralarım ama küçük sehpada-hemen önümde. Gülüyorsun kıkır kıkır. Love and Marriage miydi o dizinin adı. Hani kendini Al Bundy'e benzettiğin hallerin.. vardı ya.. Elini şortunun ya da eşofmanın içine atar taklit ederdin onu. Salon masasının üstünde çizimlerin-ayaktasın. Öğrencilerin ödevleri bazen de-ayaktasın sen gene. Ne olursa olsun, en çok güvendiğim iş disiplinindi sanırım. Ya da çok sonraları öğrendiğim "hayati" konularda yanımda oluşundu güven deyince sana dair aklıma gelen. Aklım.. Aklıma geldikçe söylediklerim de değişiyor. "Enler" siliniyor. Hepsi "en" oluyor.
Ve Eylül geliyor. En sevdiğim ay. En sevdiğim ayın orta yerinde kaybettim seni. Kaybettik seni. Eylül'ü sevmeye devam ediyorum. En sevilenleri hatırlamak için diyorum, senin gidişin de Eylül'de oldu. Aslında anlamı yoktur da belki. Ama biz veriyoruz anlamı madem onca anlamsızlık içinde, ben de bu anlamı verdim Eylül'e. Eylül sensin, Eylül benim, Eylül Suzi. Eylül biziz. Hala. En çok mutlu olduğumuz yıl, bir buçukla ifade bulan zamandı. Bir buçuk yıl, aralıklı mutluluklarımızdan farklıydı-çünkü aralıksız bir mutluluktu o bir buçuk. Gidişe çok yakınken mutlu olmak, sonrasında acıya gülümsetiyor. Yaşamaya devam ettiriyor. Run Karoshi run! Run Suzi run! dedirtiyor. Ve biz koşmayı bir yana bırakıp yürüyoruz. Yürümek koşmaktan daha olanaklı ve o yüzden de daha "sağlıklı" be CAN'ım. I do love you..

24 Ağustos 2012 Cuma

Alex olur, Alexler olmaz (!)

Herkes böyle söyler sanırım ama ben yaşamı en basit haliyle yaşayabilirim. Bilen bilir ne kuaför olayım vardır ne de alışveriş. Almaz mıyım kendime bir şeyler alırım ama ihtiyaçtan. Kuaföre ve alışverişe gitme engelliyim. Sanırım sosyal fobinin bir farklı şekli bu da. Kuaförle ya da tezgahtarlarla konuşmak zorunda kalmak beni delirtiyor. Konuşmasanız da oluyor elbette ama sorulana yanıt vermeden de olmuyor. Yaşamın başka alanlarında böyle olduğum söylenemez. Saçma sapan konuşmaları da çok severim. "Beni anlamıyorsan MD, ben şaka yapıyorum demektir bu," dedim bu yazki Edirne ziyaretimde yeğenime. Her söylediğimi ciddiye alıp annesine koşup anne teyzem bana şunu söyledi, öyle mi diye sormasın diye...
 
Ciddi olmamaya en çok ihtiyaç duyduğum günlerdeyim ben. Biraz önce SEK naneli ayranından içtim gene. İçim ferahladı. Midem bulanıyor ilaçlardan. Pandora dikkat etmiş halbuki ama ben... aldattım O'nu:P Olsun O gene de sever beni:)
 
 
Basit yaşam demişken, gelecek sene Edirne'ye yerleşmek gibi bir hayalim var. Çok uzun yıllardır hayal kurmayan biriyim ama bu kez tam da içindeyim hayalimin. İlaçlardan sanırım, tuhaf rüyalar görüyorum. Anlatmaya üşeniyorum ama iki gece önce hem gotik hem de çok romantik bir rüya kabus gördüm. Bir yandan Beyoğlu'ndaydım, bir yandan İtalya'da, en sonunda da Burgaz Ada'da. Yanmış eski Beyoğlu evlerinin etrafında dolaşıyordum pejmürde bir adamla. Adamın yüzü öylesine tanıdıktı ki. Neden yanmış bu evler diye soruyordum O'na. O da, buralara kimse yerleşmesin istemişler, diyordu. El ele değildik adamla ama his olarak aramızda dozajı çok yüksek bir romantizm vardı. Bir ara da aynı yeri İtalya olarak yaşadım rüyada. Yokuş aşağı uzanan parke taşlı yollardan geçiyorduk. Bir başka ara da okuldan bir arkadaşım belirdi rüyamda. O gelir gelmez rüyama, İtalya'dan yeniden Beyoğlu'na geçtik. Ama bu kez benim bildiğim Beyoğlu'na... Duman'a gidelim dedi B.-Duman diye bir bar varmış. Rüyanın bir kısmı da orada geçti. O noktada gene İtalya'ya döndük sanki. Mafya adamlarıyla doluydu bar-ki sahibi de benim yakışıklı kuzenimmiş. Sanırım en çok O'nu yakıştırmışım mafya patronluğuna.Sürekli İtalya diyorum ama kent ismi veremiyorum. Sebebi hiç bir kentinde bulunmayışım İtalya'nın. Neyse rüya en sonunda kabusa döndü. En baştaki adam vardı ya hani.. pejmurde olan.. O'nun evine gittik. Çok pis berbat bir daire idi. Kapıdan girdik ki ikizi çıktı karşımıza. Meğer ikizi varmış benim adamın. Boynumda bir eşarp vardı-romantiğim ya:) Bu ikisi aynı anda öpmek için beni üzerime atlayınca ve ben de onların üzerine şaplağı* (iki tane değil sadece sonradan ortaya çıkanına vurdum) indirmek için atlayınca, eşarp boynumdan salınarak havada asılı kaldı. Mutlaka ki düşmüştür de ama ben ordan çıkmıştım bile. Çıkmadan önce ilk adamın, "Sen bilirsin, bizde zorlama yoktur." tarzı bir söz ettiğini anımsıyorum. Koşmaya başladım, hava kararmak üzereydi. Bu kez yani bu andan itibaren setting Burgaz Ada'ya döndü. Parke taşlı yollardan arkamdan geliyorlar korkusuyla koştum koştum. Sahile indim. İskele falan yoktu. Kumların tam üstünden feribotlar kalkıyorlardı. Birine ayağımı atacak gibi oldum ama ıı ııı olmadı. Tek başına değildim çok insan vardı. "Korkma dakikada bir kalkıyor feribotlar," dediler bana ve ben rahatladım. Komik olan ortada hiç araba olmamasıydı. Metrobüs gibi sürekli kalkan feribotlar ama arabasız bir panorama:)
 
 
Rüya-kabus ve sonra gene rüya.. Güzel bitti. Deniz tertemizdi.. Kum da öyle.. Sıcağı hiç sevmem ben.. serindi. Eşarbıma ne oldu bilmiyorum? Ya ikizlere? Her şey ne güzeldi oysa. Köprüüstü Aşıkları'ndaki Alex gibiydi ilk başta benim adam.. ama olan oldu en sonunda. İnsan kızı ne obur aslında deriz ama ben değilmişim. İki tane Alex'i aynı anda reddettim. Birine de Avram Şaplağı attım üstelik de.
 
 
Neyse Edirne diyorum. Bir kere de Edirne'de Cem Adrian'a rastlamıştım. Ne güzel çocuktu.. Edirne'yi çok seviyorum. İstanbul takıntım yok artık ben orada yaşarım. Orada da ölmek isterim. Alexler olmasın ama bir Alex çıksa karşıma orada fena da olmaz hani. Ömercik duymasın, duyamaz da şimdi gerçi:)
 
 
*Avram şaplağı:)
 
 
P.S. Terbiyesiz olabilirim ama Denis Lavant'ın bu hali olursa tercihimdir. Terbiyemi takınırım o zaman:P

23 Ağustos 2012 Perşembe

Günden geceye.. Geceden güne.

Dün akşam dokuzda yatağa girdim. Gösteri Peygamberi'ni okuyorum; yatağa girer kitabı bitiririm dedim ama çok niyetim yoktu ki ışığı hemen kapadım. Pencereden gelen esintiye bıraktım kendimi. Karşı apartmandan gelen maç anlatıcısının sesi, hala sokakta oynayan çocukların sesleriyle harmanlı ama daha baskınca kulağıma kulağıma vurdu ama hiç rahatsız olmadım. Sokağın ve yaşamın sesiydi bu. Telefonumu 12'ye kurmuştum-ilaçlarımı almak için- bir tek o zaman uyandım. Tabii bir de sabahki alarmın sesine: 06.05. Ne 6'ya ne 5 geçeden daha ileriye kuruyorum alarmı. Anlamı var demek ki kafamda. "Yaşlı doğan, giderek gençleşen" bir burçmuş benimkisi. Evet, bu benim diyorum ama gece insanı olmayı çok seven ben nasıl oluyor da "artık" bu kadar erkenden yatağa giriyorum? Yaşlılıkla uyumanın alakası yok mu yoksa? Gündüz yaşayan insanlardan olmak istemiyorum hala ben. Gerçi kafasını yastığa koyar koymaz uyuyan insan da "hala" değilim.
Ne korkunç bir zamandayız. Uyumanın ya tam sırası ya da uyanmanın. Son bir yıldır uyumayı tercih ediyorum. Hala izlemedeyim ve hala acı çekebiliyorum. Ama acı çekmenin, değiştirmediğini bildiğimden acı kaynaklarını... hayır öyle de değil.. önceden de biliyordum bunu... sanırım bilmediğim sebepten ya da kendi özel yaşamımı korumak isteğiyle .. kapıyorum gözlerimi. "Güzel şeylerden bahsedelim.. "diyorum. Kötü (!) şeylerden bahsetmenin ne kadar anlamsız olduğuyla ilişkili bu... yani biz kimiz ki bahis konusu yapma cüretindeyiz acıyı? Acının sahibi miyiz de? Dört yıl önce malum acımın içindeyken, aynı acıyı benden yıllar önce yaşamış bir dostum, "Herkese anlatma..," demişti. "Ben o hatayı yapmıştım," demişti. O zamanlar herkesi dost bilen ben iki yıl sonra anlamıştım acının da değerli bir anı olduğunu ve bunun da tüm değerlilerimiz gibi "herkesle" paylaşılmaması gerektiğini. E, tabii ki yediğimiz kazıklar, hep en zayıf olduğumuz yerlerimize saplanır. "Seni tanıdığımdan beri kötü şeyler yaşıyorsun. Biraz da kendin yaratmıyor musun bunları? " demişti kazığı saplayan "dost" (!). Ölüm, benim yarattığım bir "bu" muydu yani:) Çok kırılmış çok kızmıştım ona. Şimdi olsa kızamazdım ve kırılmazdım da-çünkü ayırabiliyorum dostu. Düşmanınız olmayan kişinin dost olmadığını-illa ki de dost olmadığını. Dolayısıyla da aslında kazık da yoktur. Yanlış ve yerine ulaşmayan bir mesaj vardır ortada-paylaşılamamış bir mesaj. Paylaşılamadığı için değersizdir. Acı, anı mıdır? Acından ötürü kendine acımadığın noktadan sonra acı, anıdır. Değeri yüksek bir anı. Değerini veren, bizi biz yapmasıdır diye kestirip atmıyorum. Onları da geçtim. Değeri kişiye göre değişir. Bizim verdiğimiz herhangi bir değerde olabilir acı. Benim için gözlerimi kapayıp da baş başa kaldığımdır o. Baş başa kalabilmektir. Kendinle yüzleşmendir. Kendine hesap sorman, bazen kızman ve bazen de kendini affetmendir. Vicdan azabı olabilir bazen; bazen de ortaklaşa taşınmış bir eski derttir. İnsanı, insana en samimi olarak yakınlaştırabilen ortak bir bakıştır- diğerinin gözlerinde yakalayabileceğin en gerçek ve en kendini ele veren bakıştır. Yaşama yeniden başlayıştır.Olgunlaştığında şekil değiştiren şeydir. Neşeye çıkaran-her şeyle mutlu olmaya hazır bir şekle ve çabaya büründürendir sizi, yani beni. Acının sahibi olmak lazım önce, ona sahip çıkmak lazım sonra, şimdilerde çok popüler olan sözcüğün anlamını kaybettirmeden-mahremiyetle- korumak da..
Akşam oldu. Hassasiyetler artışta. Saat 23.14. Sodam bitmek üzere. Duş zamanı geliyor. Son iki sigara. Gayrete de gerek duymadan ilaç saatini de tutturacağım sanırım. İki sigaradan hemen sonra duşa girmek yeterli. Üçüncüsü olmasa/ olmazsa.... tamamdır. Sokağın ve yaşamın sesine karışsın bu gece de benim uykum.

14 Ağustos 2012 Salı

Birini Giymeseydim?

Başını yastıktan kaldırıp saate baktı, sonra yeniden kapadı gözlerini. Uçucu bir hali vardı sabahın; hani gözler kapandı mıydı yeniden karanlık çökecek; uykunun içinde önce yalpalayacak ve sonra teslim edecekti bilincini geceye. Belki ertesi gün anımsamaya zorlasa da kendini anımsayamayacağı yüzler, sesler, objeler ve gölgeler üşüşecekti bilinçten geriye kalan o boşluğa. Gerçekliğini yitirmesin diye sabah, uyandırdı bilincini. Önce sol ayağını salladı yataktan aşağı, üzerinde bastı ve sağlamasına yarım daire çizen bacağını taşıyan sağ ayağını da yerleştirdi gerçekliğin yüzeyine. Halıya temasla birlikte, ilerlemeye başladı banyoya doğru.. önce sağ ayak; üstünde sağ bacak.. sonra sol ayak; üstünde sol bacak. Kollarını hissetmeden girdi banyoya. Havlusunu duşakabinin üstüne fırlattı; küvetin içine girdi. Suyu açtı. Isınmasını beklemedi. Bedenim dediği varlığı şimdi arınmaya bırakılmıştı.
Akşamı düşündü. Karanlığı düşündü. Arınmanın verdiği nazlı sevinci ürkütmemeye çalışarak gülümsedi, gülemedi. Kısacık bir an, her şeye yeniden başladığını müjdeliyordu O'na. Duş anı değişim hissini verir "herkese" diye geçirdi içinden. Uzun sürmüş mutsuzluğunu bir "an" nasıl da değiştirebilirdi. Sevinçle mutluluğun ayrımını yapan, birinin "an" olmasıydı-sevincin.
Duştan çıktı. Bir önceki gün giydiği eteği gördü odasına döndüğünde; koşu bandının üzerine atılmıştı. Hayır, koşu bandının üzerine onu O atmıştı. Atılmış? Bilinç yokken? Belki. Dolabı açtı siyah bir tişört çıkardı; üstüne geçirdi. Mavi. Kotlarına baktı; birini çekti aldı. Mavi. Küpelerinin bıraktığı yerde olduğunu biliyordu. Saate yeniden bakarken ve bir yandan da neden hep aynı küpeyi takıyorum düşüncesinin içinden geçerken, onlar da yerlerine yerleştiler, onlar en sevdiği küpeleriydiler. İmitasyon olmalarına rağmen. Mutfağa girmeden salona uğradı, balkon kapısını kontrol etti yağmur yağarsa ben yokken diye. Mutfağa geçti ve dolaptan o gün için hazırladığı öğle yemeğini aldı. Taze fasulye, iki dilim kepekli ekmek-biri kahvaltı için- ve iki elma. Dün benzer elmalardan birini dişlerken, ne kadar uzun zamandır böyle sulu, böyle tadı damağına uygun bir elma yemediğini düşünüyor ve doğru bir alışveriş yaptığına seviniyordu. Küçük bir sevinç anı daha varmış meğer "dünde".
Koridordaki aynanın önüne geçti; makyaj çantasından çıkardığı pudrayla yüzünü "kabul edilebilir" bir yüz haline soktu. Rimel sürdü; dudaklarına da "cherry" parlatıcı. Biraz da allık. Allaşan yanakları da pek güzel olmuştu sanki. Çantasını aldı. Rahatlığın sembolü sandaletlerini geçirdi sağlı sollu ayağına.. "Birini giymesem mi?" dedi, gene gülümsedi kendine.

Merdivenlerden beş kat aşağı zıplar adımlarla iniverdi. Saniyelik bir bakış attı son kattaki boy aynasına. Tamamdır, dedi ve çıktı apartmandan.

Mavi tişörtlü, mavi kotlu, at kuyruklu bir kadın caddede yürümeye koyuldu böylece.  Henüz kalabalık olmayan caddenin birkaç metre aşağısına ulaşmadan minibüs geldi. Bu yıl hayatında ilk defa güneş gözlüğü ile karışmıştı insanların arasına. Güneşten mi insanlardan mı korunmalıydı? Bilemedi hangisinden kaçışla saklanmıştı siyah camların ardına..
"Birini giymeseseydim ne olurdu ayakkabıların?," diye sordu yeniden kendine. Ayak kabı: Kap. Gülümsedi siyah camların ardından gözleri...