28 Eylül 2012 Cuma

Söz Hakkı Mutluluğun../Çatıda

Bu akşam hepimiz çatıdayız. Hepimiz, anne ve baba, anne ve kız çocuk. Bir bakışla böyleyse, diğer bakışla: İki sevgili, ben ve Suzi. Evimiz dandini ama "hepiciğimiz" çatıdayız. Benden sonra babam da çatı katındaki odalardan birini kendine mekan edindi geçen sene. "Köşesine çekilme" halinde olanlarımız çatıya çıkıyor. Bir gün gelecek gerçekten yükselip çatıya "çıkacağız" belki de. Dertler aynı dertler ama onlarla baş etmek konusunda epey ilerledik-ilerlemiş olabiliriz-ki şu an iki sevgili koyun koyuna, arada birbirleriyle flört ederek, uzanmış yatıyorlar. Ben ve Suzi'ye düşen de güzel gözlerle onları izlemek. Suzi anneannesi ve dedesini izliyor, bense, kırkbeş yıla yaklaşmış bir beraberliği. Şaşkınlıkla ama şaşkınlığı bir çırpıda es geçen, "mutluluk mümkün" düşüncesine sarılmaya çalışarak.. izliyorum. Aklım ise düzeltmede: "Mutluluğun kaynağı tek değildir." Anne-babasının bu akşamki mutluluklarına istediği gibi bir coşkuyla tanıklık eden ise sadece ruhum. Son noktayı koyuyor-bu akşamın getirdiği o noktayı-ruhum, duygulu yanım: "Böylesi mutluluklar 'da' mümkün." Babamın üzerinde bir atlet var, anneminkinde ise beyaz bir sütyen:) Sere serpe yatıyorlar, çatıda. Öpüşsünler istiyorum. Odadan çıkıyorum. Yazıya "son" diyorum. Sessizlik, mutluluğa söz hakkı tanır, tanısın. Çatıda.

14 Eylül 2012 Cuma

Bilmiyorum ne desem.




"Bugün babamın ölüm yıldönümü," dedi Suzi merdivenden çıkarken. Sanırım "aklı eriyor" dedikleri zamanlara geldik biz ki düşünmüş bunu. Güldüm. "Hayır 14'ü değil, 16'sı, 16'yı 17'ye bağlayan gece," dedim. Ben küçükken annemler hep böyle anlatırdı önemli günleri. X'si Y'ye bağlayan gece. Sabaha karşı olmuş demek ki yaşamı sallayan önemliler. Merdivenlerden çıkarken ben de kızıma aynı şekilde tanımladım o gecenin sabaha bağlandığı "bizim" önemli tarihimizi. Güzel günleri oynayarak, acı günleri yazarak-belki de- hatırlıyoruz. Hatırlamak... doğum günlerini de ölüm günlerini de birini sevindirmek adına hatırlıyoruz. Tek fark ilkinde, sevinenin sevindiğini görüyoruz, diğerinde ise asla. "16 demiştim ben anneanneme ama O 14ü dedi bana. Şimdi ben boşuna mı uykusuz kaldım dün gece," dedi kıkırdadı Suzi. Geceden sabaha geçişte kalmış O'nun aklı da.. öyle olmasa-dün 13 idi- gece uykusuz kalmazdı. Boşuna uykusuz kalmaya gelince, hem babasından hem benden geçme bir acıyı güzelleştirme/ göz yaşını kahkahaya dönüştürebilme hali var Suzi'nin. Yaşama devam edebilmek adına bir "yararlı" yetenek...

O geceden o sabaha geçişi bir gün yazabilirim umarım. Ummak.. belki bir zaman gelecek ummak diye bir şey de kalmayacak.
Dün N.'ye gittik, bir diğer N ile başlayan isme sahip arkadaşımla. Otuz beş yaşında gencecik bir "yeğen" kaybetti N. de geçen bahar. "Beni bekledi. Kollarımda kaybettim O'nu," dedi.. Ağladı.. Beklerler hep şanslı olanları gidenlerin. Az da olsa kalan zamanları, bekleyecek kadar "vardır". Ne daha az ne daha çok...
Oğlunu anlattı yeğeninin N. . Ben de anlattım biraz.. kızımı. Utandı dünkü ziyaretimizi, "keyifsizleştirdiğini" sandığı için N. "Kusura bakmayın," bile dedi. Kusur bunları yaşamış olmak mıydı? Geceden sabaha geçişleri ya da benzerlerini.. yaşayan insanlar, anları keyifsizleştirmemek için az konuşurlar. Bol özür dilerler. Kusurlu sanırlar kendilerini bir de. Eylül demiştim ben zaten. Eylül diyorum Pandora. 2006 ve 2008 Eylülleri.*
* Parolalarla konuşurlar bir de aynı insanlar. Delirenleri de az değildir. Öyle delirirler ki en akıllıdan akıllı sanılırlar. Keyifsizleştirmeme adına delirirler. Aynı nedenle de yazdıklarından utanırlar. Ve tabii aynı eski resimleri "kurcalar" ve yayınlarlar:) Tekrarı severler-çünkü tekrarını yaşamak istedikleri her şey değilse de bazı şeyler resimlerde vardır.

10 Eylül 2012 Pazartesi

İZLER


Birinciler bitti; ben ayağa kalktım, bir tane daha alayım diye. Bana da getir dedi. O'na da getirdim. Bazen bardağı şaşırdı-ki nasıl oldu bilmem, O şişeden, ben de tek başına yerde duran bardaktan içerken- benimkinden yudumladı. Bir ara üşüdüm, rüzgar en olmaması gereken yere vurdu; sırtıma. Yeşil hırkamı aldım geldim. Şimdi sevilesi halini almıştı rüzgar. Saat yediye geldiğinde, mutfağa girdik. Pilav yapacaktı O, ben iyi hissetmedim. "Sen uzan, "dedi bana. Ben uzandım salondaki kırmızı koltukta. O üstümü örttü ince bir pikeyle-sanırım pikeydi. Televizyon kanallarında gezindim, sonra gözlerimi kapadım. Uykuyla kucaklaşmamıştım ki henüz A.'nın geldiğini fark ettim. Salonlarında yatan bir kadın. Kalktım, pikeyi katladım. Çocukların yanına gittim, A. hoşgeldin dedi bana, selamlaştık güzelce. Mutfağa gittim. O, yemeğin kalan kısmına el atmıştı. Dili dolandı bir cümlede. Buna güldük ama cümleyi hatırlamıyorum şu an. Hazır köfteye gülerken demiş olduğu bir şeydi. Yarın kendine sormak lazım. Sofrayı kurduk-spesiyali olan salata, yoğurt, patates kızartması, güldüğümüz köfteler ve çok lezzetli pilav.
Biz kalmaya gelmemiştik ama yanımızda ertesi gün giymek için birkaç parça eşya getirmiştik. Hatta eve gelmeden hep birlikte alışveriş yaparken, diş fırçalarını dahi almıştık. Kalmaya karar vermiştik, evet. Yemeğe oturmadan ise ben çoktan, "Biz dönelim ya eve, "demiştim. Klasik ben O'nun evinde. Çok kaldığımız oldu ama bir o kadar da biz eve gidelimli ve eve gelişimizle biten akşam... yaşadık. İlk kez gelişimi konuştuk o eve.. Kızlarımızın ve bizim ilk kez görüştüğümüz o günü..
O'na söylemedim-şimdi söylüyorum işte- ama ben o evi çok seviyorum ve hiç taşınmasınlar o evden istiyorum. Ne daha büyük bir ev için ne de daha sessiz bir ev için. Orada geçirdiğim, "yaralar" sonrası iyileşmeye ilk adım akşamları, benim zayıf hafızamda dip diri duruyorlar. Ne güzel "kötü" günleri atlatma seansları yaşadım ben sıcak evlerinde. O, benim saçımı bile boyadı:) Evlerinden ayrılırken, bana aldığı kremleri tutuşturmuştu bir gün elime. O kremleri hala kullanmadım ama:) (EVET kullanmadım ama sanırım bir kez sürmüştüm... ha bir de sabun vardı.. nereye gitsem yanımda taşıyorum ama hala aynı koyu pembe ambalajının içinde duruyor.)
Yemekten sonra hemen çıkmadık yola. Kocaman yatakta yan yana uzandık. Kızlarımız yan odada sakin sakin zaman geçirirken, biz bayılana dek güldük. Sanırım ben daha "delice" güldüm. En çok da kıhhhk diye özetlediğimiz şeye. Nasıl yazılacağına bir türlü karar veremedik benim platonik hislerimi tanımladığım o sese karşılık gelecek o sözcüğü.. "Daha önceki yaşamımdan tanıdığım için zaten tanımama gerek yokmuş gibi bir his veriyor bana. Yeniden doğuşa falan inanarak söylemiyorum ben bunu ama başka türlü tanımlayamıyorum. Hani yüz yüze gelince, yapabileceğim tek şey, kafamı yastığa koyup uyumak olacak, sanki. "dedim O'na. Bir yandan da gösterdim başıma yastığa nasıl koyacağımı. İşte o ses, o anda çıktı. Bilinçli bir sesti. Bir kereye mahsus değil yani. Biz o sese kıhhk dedik ya da şu an ben böyle anımsıyorum. "Sen yazsana O'na ne hissettiğini, "dedi O. (O'lar karıştı bu arada ama işime geliyor karışması:P) Ama bu kadar yazabildim. Çok geçici hislere sahip ben, bu kadarla yetiniyor çünkü geriye dönüp baktığımda çok fazla iz olsun istemiyorum yaşadıklarımdan. Yazılar, izleri derinleştirir.

Dün akşamın ruhunu taşıyan yataktaki halimizdi. Küçük çocuklar gibi ayaklarımızı ... yüzümüzü vura vura yatağa ... güldük. Yetişkin olduğumuz gerçeği olmasaydı o yatakta uyur kalırdık. Aramızda da ... yok bu kadarı da O'nla benim aramda kalıversin:)

Dost akşamları. Yazılar kadar onlar da derinleştirir izleri.

7 Eylül 2012 Cuma

Haftanın Sonu/BİTİŞ

Bu ülke için söyleyecek sözüm çok azaldı. Sanırım birçoğumuz için de durum aynıdır. Hayatı elinden alınan "gençlerin" gözlerine bakmaya yeltendim bugün. Tek tek bakmak istedim hepsinin gözlerine ama fazla dayanamadım. Acı kendi yüreğimizde yer etmemişken, dayanamama ve tıklayıp sayfayı kapayıverme lüksüne sahibiz. En fazla birkaç günümüzün sabahına korkunç bir ruh haliyle uyanıp, aynı günün akıntısına bırakıp kendimizi "normal" yaşamımıza dönebiliriz-ki mecburuz buna. Bunu yaşayamayacak çok aile var artık ve yaşadığı herhangi bir şeye sevinemeyecek, üzülemeyecek, öfkelenemeyecek, ağlayamayacak olan aynı ailelerin ölü evlatları var artık. Anaları, babaları, kardeşleri cayır cayır yanacak ama o evlatlar hiç bir şey hissetmeyecekler. Hani, Onlar hisseder deriz ya hep ölmüşlerimiz için-demeye devam edelim iyi hissetmek adına ama-hissettiklerinizi söyleyememek gibi kötü bir şey var mı? Ölüm, iletişimin sonudur. İletişimden ayrılmış olmaktır. Aranılan ama ulaşılamayan insan olmaktır. Ulaşılamamayı kendimizin istediği durumlar haricinde, insanın ne zoruna gider bu iletişimsizlik. Bilinmezlik. Çok basit düşünüyorum şu an ve çok gelişi güzel çıkıyor sözcükler. Ne kadar istesem de empati yapabiliyorum ancak. Empati, uzaktan bakış; ötesi olamaz. Uzaktan bakıştan "rahatsız" olduğumda da kaçabilirim. Aynen resimlere, o gözlere bakmaktan rahatsız olduğumdaki gibi...
Nasıl yaşamalıyız? Gözlerimizi kapamadan yaşamak mümkün mü hala? Tıklayıp da o resimleri kapayıvermeden? Çaresizlik, birlikten kuvvet doğar düşüncesinden çoktan ayrıldığımızı söyleyip duruyor artık. Gerçekten inançsızım, umutsuzum.
Anlamsızlık içinde "birşeyler" yapıyorum. "İş" diye bir şey var, çalışılacak. Gelip çalışıyorum. "Ev" diye bir yer var, akşam olunca gidilecek. Gidiyorum. "Ailem" dediğim bir anne, baba, dede ve kız var, sevilecek. Seviyorum. Son cümlede bocaladım. Sevgi, anlamsızlığı çözüyor. Sanırım gözlerimizi sevdiklerimizle güzel zaman geçirmek için kapıyoruz. Hayat çok kısa ve biz başkalarının acılarına tamamen ortak olursak, bizim hayatımız da kabusa döner diye korkuyoruz. Yalan yok, ben bundan korkuyorum. Bir gün illa ki kendi kabusumuzu yaşayacağız diye kendimi avutuyorum ben- utanmamak için gözlerimi kapadığıma. Barış için hala umut var demiyorum ben. Sokaklara dökülsek yaparız, düzeltiriz, kardeş oluruz da demiyorum ben. Hiç inanmıyorum ben. Korkağız(m). Anlamsız "birşeylerimi" yapmaya devam ediyorum ben. Şimdilik korkağım belki de. Düşünmeye ara vermek zorundayım ya da. Gene kendimi affetmeye yöneldim, işte. Bunu yapmazsam, yaşamaya devam etmem zor. Şimdi de bir saat önce bir arkadaşımın bana "Sen çok güzel bir insansın." deyişini hatırladım. Güzel insan olmak nasıl bir şeydir ki? Ben kendi kafamdaki güzel insana ulaşamadım henüz. Bir amaç uğruna ölmek isterdim ben. Öyle ölmeyi becermek. Kırka iki kaldı, umarım bunu başarırım. Güzel insan olurum. Güzel insan olabilecek güce sahip olana dek yaşayabilirim.
BİTTİ(M).

4 Eylül 2012 Salı

An

An oluyor, bu kadar yaşamak yeterli diyorsunuz. Bu umutsuzluktan, bıkkınlıktan ve hayatın anlamsızlığından kaynaklanmaya da biliyor üstelik. Çok mutlu oluşların ardından gelen tatminden de değil, yeterli deyişinizin nedeni. Gerçekten yeterli gelebiliyor. Belki kıyaslama yapıyorsunuz, belli bir yaşta ölen yakınınızla kendinizi kıyaslıyorsunuz. O'nun yaşına yaklaşmakta olduğunuzda hissedebileceğiniz bir kaygıdır belki bunu size hissettiren. Aynı yaşta ölmekten korkup, sonra o gidenin ardından bu korkuyu yaşadığınızdan duyduğunuz utanç- yaşama oburluğunuzdan kaynaklı utanç, artık ömrünüzü tamamladığınızı kabul etmeniz gerektiğini fısıldıyordur kulağınıza. O ses yoktur da siz onu uyduruyorsunuzdur-bilinmez. O giden gitmiştir ve O'na yetmiştir de size neden yetmesin?
Badem yiyorum şu an. Bademden söz etmeyeceğim ama söz. Genç arkadaşımın getirdiği çay sol yanımda, çikolata ise midemde duruyor şimdi. Başka bir arkadaşım da-cömerttir çok- arabayla eve gitmeye davet etti beni. Biraz önce de dışarıda, gene genç arkadaşlarımla bol bol güldüm. Hani neye güldünüz o kadar deseniz, anlatılamaz. Durum komedileri. Mehmet'in gece boyunca kaç kez "dinç" olarak uykudan uyanışı... bunu anlatışındaki iştahı ve elbette "dinç" sıfatı üzerinde gidip gelen sözcük oyunlarımız. Pırıl pırıl insanlar hepsi de.. ve beni seviyor oluşlarının bana verdiği mutluluk. Geçen seneden beri birlikte çalıştığım ekibin sevgisini üzerimde koruyucu kalkan gibi hissediyorum. Neye karşı koruyorlar beni? Kafamda yarattığım "bana" ve O'nun ürünü hayata karşı. Ben kendimi koruyamaz mıyım da? Başkasının üzerinize tuttuğu kalkan, zayıflık işareti midir? Ben sanırım bir çok şeyi birbirine karıştırıyorum. Gözlerimde zaman zaman biriken yaşların inişe geçmeyişi de bundan olmalı. İşte gene oldu. Ben bunları yazarken, N. gelip omuz attı bana: "Ne zaman çıkıyoruz?" "Sapık mısın manyak mısın- ne diye omuz atıyorsun? " dedim. Bunda gülünecek bir şey yoktu ama güldük. Ara verdim yazmaya ve tam yeniden başladım ki D. Hoca elinde bir muzla çıkageldi. Yarısını elime tutuşturdu, gitti. Onu da yedim afiyetle. Sanırım birileri bu kadar yaşamak yeterli değil diyor bana. (Ya da şişip ölmemi istiyorlar:P)..
Ama ben o yaşları inişe bıraksam bir.. 

2 Eylül 2012 Pazar

2 Eylül.

Yazlıktan eve dönüş sancılı oluyor. Bavullar, bavullar, çantalar,çantalar.. Sabah sekiz buçuk gibi geldiler annemler. Yedide yoldayken aramıştı annem. Onun öncesinde de bir arkadaşımın annesi aradı. Dört buçuk gibi. Kızına ulaşamayınca beni aramış H. Teyzem. Ben de yatağa üçe doğru girmiştim. Kısacası, çok uyanmalı bir gece geçirdim. Kahvaltı dedim durdum dün ama annemler geldikten sonra hazırlayabildim kahvaltıyı. Onlar uyurken. Annem de babam da yaşlandı bu yıl. Yolculuk sarsıyor onları artık. Salona yığılıp kaldılar resmen. Dedem onlardan daha dinç geldi eve. Maşallah diyelim. Bugün en çok koşturan ben oldum. Dün yaptığım yemeğe ek yemekler yaptım ki yarın annem rahat etsin. Şimdi önümüzdeki günlerde büyük temizlik telaşı başlayacak. Yardımcı birileri gelse de annem yorulacak. Okulun en yoğun haftası da upuzun uzanıyor önümde. Bir telaş sardı beni bugün. Akşam yemeğinde anneme, babama ve dedeme sardım: Bir an önce gençleşin. Ben üç yaşlıya birden bakamam! Kıkkırı kıkkırı güldük ama içim kötü benim. Daha da büyümek zorundayım şimdi. Her şey daha da zorlaşacak. Henüz değil ama.. Kardeşler birliğimiz sağlam neyse ki. Destek, önemli..
Yazlıkta yapılan tarhana yuvarlak masaya serildi. Anneannem sağkenki gibi evi tarhana kokusu sardı. Ne güzel... Edirne'ye yerleştikten "sonra" Trakyalı olan kız kardeşimin öğrendiği kahvaltılıklar da yapılmış, geldiler kavanoz kavanoz yerleştiler dolaba. Hatta bir büyük kavanoz, şu an bizim evden çıkıp Ozan Kayra'nın dolabına bile girmiş durumda. Geldi aldı eşek, duyunca Tubiş'in kahvaltılığını-ki içeri dahi girmedi, dış kapımızın demir parmaklıklarının arasından uzattım kavanozu! Kavanoz, Rumca bir sözcükmüş bu arada.
Gün boyu aralıklarla tarhana "ocaladık" annemle. Henüz kurumamış tarhana lop loplarını elimizde ufaladık yani. "Terapi gibi bu anne," dedim. "Evet, de mi. Ablan çok seviyor, bir de zevkli zevkli yapıyor ki sorma", diye gülümsedi annem. Bundan sonra ne zaman kötü hissetsem, tarhanalı yuvarlak masaya gideceğim:P Gerçi yarına inceltip büyük masaya alacakmışız, annem öyle dedi.
Annem bunu yaptıktan sonra, gene kendini yorgun hissetti. Salonda sabah yattığı ikili koltuğa geri döndü. Yüksek tansiyon kaynaklarını daha az hissetsin diye-yani tansiyonu yükselmesin diye- (nasıl anlatamadım ama:) ) doktor anneme antidepresan verdi; prozaclı bir annem var artık. Sürekli hııı hııı diyen bir annem. Günün bu saatlerinde prozac çarpıyor beni dedi uyudu o anne.
Kendimi ben de çok yorgun hissediyorum bugün. Hasta oluyor gibiyim. Annem uyurken, onların giysilerini yerleştirdim çekmecelere. Yatakları yaptım bir de. Ek dediğim yemekleri yaptım en sonra da. Ama bizimkiler çorbaya göz koydu, halbuki o yarın içindi. Evet, yediler. Neyse bitmedi hala var. Soslu makarna da yaptım. Onu da yediler. Yedik, ben de yedim. Şimdi hala makarna var ama sossuz şekilde. Börülceyi merak eden varsa, o da hala var.
Kafayı bozdum yemeklerle. Tarhana terapisi iyi gelecek ama biliyorum.
Nasılım? Hüzün hakim-daimi sahibim O benim ama ciddiyetsizliğim de ikinci sırada. O hep ikinci olsun. Yazmak iyi geliyor. Her şeyi yazarak yazabiliyorum ancak.
P.S Trakya usulü kahvaltılıktan isteyen varsa, gelin alın siz de. Pandora bizim cafede de satalım bunu. Ama önce açalım cafeyi. Hayal hayal üstüne. Hayallerde boğulacağım. Susamıyorum. PANDORA: Terapiye gel sen de. Tarhana terapisi. Düşündüm de kurduğumuz hayaller herkesin hayalleri, sanki. Başka hayaller bulalım biz. I'm not good at all.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Kahvaltı

Kahvaltının çok özel olduğunu düşünen ve o özeli de hala yaşatan bir aileye doğdum. Beni neden uyandırmadınız diye çocuksu kavgaları hep yaptım hem de çok dinledim. Benim ve erkek kardeşimin-en çok- sesini hala duyabiliyorum. Ablamın da çok önemsediğini biliyorum kahvaltıları ama yemek yapmak konusunda uzman olan en küçüğümüzün-kız kardeşimin- kahvaltı hazırlamaktan hoşlanmadığını da biliyorum. Annem de yemek yapmada uzmandır ve O da sevmez kahvaltı "sofrası" kurmayı. İkisi de çok pratiktir yemekler konusunda, benim gibi olay haline getirmezler yemek yapmayı. Çok lezzetli yemekler yaparım ben de ama annem ve kız kardeşim kadar pratik olmak konusunda çalışıyorum şu aralar. Örneğin, soğanları doğrarken, her attığım bıçak darbesini izlememek gibi, rastgele vurmaya çalışmak gibi bıçağı ya da salçalı bir yemek yapıyorsam, ne kadar salça atıyorum yemeğin içine... aldırış etmemek gibi.. Yaşamı gelişine yaşamak, biraz da yemekleri gelişine yapmaya benziyor. Bunu yapabildiğim tek an, poğaça yaptığımdakidir. İlk poğaçam gibi olsun istiyordum her yaptığım poğaçam. Bu sabah bunu başardım. Öyle ki Ömer, "Menemeni unutalım, yapma bence.. poğaça harika olmuş," dedi. Menemeni, Ömer yapar genelde ama bu sabah ben daha erken uyandım. Ben soğansız, O soğanlı yapar.
Kahvaltı etmek başka bir şey. İlişkilerde de dostlar arasında da aile arasında da öyle.. başka. Aslında çok basit.. Yaşamı yeniden başlatan an uyandığımız andır. Gecenin karanlığını ve bazen de karabasanını "hafifleten" güneşin doğuşudur. Benim gibiler içinse, güneşin doğmasından hemen önceki yarım saat daha mutlu edicidir. Mutlu edici... Başka bir "şeyin" ya da başka "birinin" mutlu edişi. Artık kendi başıma mutlu olmalıyım sözünden uzaklaştım ben. Çünkü bunu "artık" yapabiliyorum ve o yüzden de sevdiğim insanlara yemek yapmak istiyorum. Gelişine "şekilde" yemek yapmak...
Bu akşam börülce yaptım. Kızım, anam, babam ve dedem eve dönüyorlar yarın. Düdüklüde yaptım börülceyi ama "gene" yanlış hatırladım bir şeyi.* Annemi aradım, "Şimdi kapa ocağı... soğuyana dek bekle.. soğuduğunda kaldır düdüğü (adı düdük müydü onun:) ) .. sonra da açarsın kapağını... normal ateşte pişirmeye devam edersin..." , dedi annem. Eminim, ablam ve kız kardeşimle gülmüşlerdir bana. Gene de lezzetli oluyor yemeklerim. Sorun, hafızamda benim. Ya da sorun, tüm kahvaltı insanlarının hafızasında.. kahvaltıya verdikleri önem, diğer yemek "oyunlarındaki" başarıya engel oluşturuyor. Kara sevda gibi, kahvaltıya kara sevda... ne saçma ya da ne saçma "değil".  Poğaça da uyumlu hem kıh kıh.
:)
* Beceriksiz  yarı çocuk Meg Ryan modeli olarak sevimli olmaya çalışmıyorum.. harbiden "yanlış" hatırlıyorum ben bir şeycikleri.