29 Mayıs 2012 Salı

Aslancık...

Mis gibi yağıyor gene. Babam, "Gece yağmur yağdığında, çatıya düşüşünü dinliyorum damlaların.. çok hoşuma gidiyor," dedi akşam yemeğinde. Misafirlere, akşam olduğunda-yemeklerden sonra- nasıl da evin içinde kendi köşelerimize çekildiğimizi anlattık hep birlikte. "Seni çok romantik gördüm baba," dedim. Devamını getirmedim ama, "sululuk" olmasın diye-misafirlerin yanında.
Ve sonra kimse aynını yapamazken, ben kendi köşeme çekildim. Babamın yerine dinliyorum yağmur damlalarının düşüşünü.. terasın kapısı açık sonuna dek... pencerem de açık.. çayım bitmek üzere.. bitmesin diye almıyorum son yudumlarımı.. bakıyorum büyük alırsam üç.. küçük küçük alırsam altı eder .. altı yudumda bitsin o zaman bu çay da.
Hastayım azıcık da ama uyursam geçecek.
Uykuyu seviyorum ben artık. Gece yatakta, okul yolunda ve okuldan dönerken serviste, okulda koridorda yürürken, sınıfta çocuklarla en enerjik halimle konuşurken.. hep uyuyorum. Kendimi uyutuyorum. Dün mutsuzdum; bugün mutluyum ama her halimle kendimi "iyi" uyutuyorum.
Hastayım azıcık da ama evet uyursam geçecek.
Son sigara ve sonra yatak...
P.S. 1 Gün içinde en çok söylediğim şarkı: Bir küçücük aslancık varmış... annesi onu... çok çoook severmiş.
P.S. 2 Başbakanı protesto etmek için Taksim Meydanı'nda toplu kürtaj olalım, yazmış bir arkadaşım. Gülmedim desem yalan olur. Gülmemeli miydim oysa?
P.S. 3 THY emekçilerinin grevi, tetiklese keşke bir şeyleri.. dedik bir de.
P.S 4 "Bir küçücük aslancık varmış.." :)
İşte bu kadar ilaçlanmış bir kafadan geçmiş olanlar.
Yağmur kesildi; ben uyuyayım.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Şşşşşş

Misafirlerimize çay servisi yaptım. Onlar beni bu evin hatırladıkları Karoshi'si sandılar mutlaka ki. Kimse kimseyi tanımıyorken, bize yılda yalnızca bir kez-yaz başı- gelen insanların beni tanımamasına neden şaşırıyorum? Şaşırmıyorum ki. Gün nasıl geçti? Hava durumuna uygun giyinmeyi-üstün çabalarıma rağmen- bir türlü beceremeyen biri olarak, bu kez kendime güvenli uyandım. Akşamdan her şeyi hazırlamıştım. Her duruma uygun önlemlerimle yola çıktım. Okula varışımın üstünden henüz bir saat geçmemişti ki sorunumun giysilerdeki sorunum olmadığını fark ediverdim. Giysilerle sorunum sabit elbette-asla da değişmeyecek. Uyumsuzluğum beni aldı götürdü sonra saklandığım köşeye. Elimde kahve, ilk sigaramı "titreyerek" içtim. İkinci sigaraya geçtiğimde, bugün yağan yağmuru ve bu karanlık havayı -bu kez- sevdiğimi fark ettim. Ne güneşi seviyorum bu sene ne de yağmuru.. diye geçti içimden. Ben yağmuru severdim oysa. Bunu düşünürken, kuş seslerini duydum. "Bunlar da kendilerini şaşırmışlar," dedim. Kendini şaşırmak da neyin nesiydi? Bilmiyorum. Bir şeye inat da olabilirdi zamansız cıvıldamaları.. Benden mutluydular tek bildiğim. Yalan nasıl bilebilirim ki? Bir: Kuşlar mutlu olur mu? İki: Bu öten kuşlar mutlular mı? Dilini bilmediğim varlıkların mutluluklarından emin olamam..
Gereksizse de düşündüm bunları. Sonra... ben de o kuşlardan biri olayım; öyle döneyim odaya dedim.
Neşeli neşeli/neşeliymişcesine girdim ofise. Saçma sapan olmalı ortaya saçtığım neşe sözcükleri.. öyle olmalı ki ne dediğimi hiç anımsamıyorum.
Tüm günü final sınavında çıkacak kompozisyon sorularını hazırlamaya çalışmakla geçirdim.
Ne aklıma geldiyse beğenmedim. Beğendiklerim oldu gerçi ama onları da çocuklar yazamaz ki dedim.
Bir ara gazetelerde gezindim. Malum konuya benimle birlikte kafa yoracak birini aradım. Bulamadım. Herkes kendi derdine düşmüştü, herkes dertliydi. İşte, bir gereksiz halin içine daha girdin, dedim. Sen kompozisyon konusu ara, başka şeye de bakma, dedim.
Konu futboldan, aşktan, evlilikten, çocuktan, modadan, işten seçilsin ki kolay yazılabilsin dedim. Birkaç tane seçtim; yazdım; son kontrole yolladım:)
Bunu tamamladığımda sanırım saat üç civarı idi. Sonrasında da bir şey yapmadım.
Bir şey yapmadığım halde kahve-sigara araları verdim.
Güne başladığım yerde; o köşede günü bitirdim.
Rutinimi bozan tek şey, ofisin anahtarlarını kaybetmiş olmam oldu ama bu da bana yeterince heyecan yaşatmadı. Nerede ve ne zaman kaybettiğimi bildiğim için, anahtarlara ulaşmam yalnızca beş dakikamı aldı. O zaman buna kaybetmek de diyemeyiz, değil mi? Unutuş deriz.
Şimdi de biraz unutuştan bahsedeyim. Romantik anlar yaşatsın sözcükler..
Unutulanı anlatmak mümkün değil ama.. Unutulunca, unutulmuştur.
Kuşlar da sustu şimdi. Şşşşşş....
.................

27 Mayıs 2012 Pazar

Bu Kadar..

Benim dışımda biriyle konuşurcasına ellerimi-avuçlarım yere bakar durumda-indirip kaldırıyorum: "Sakin.. sakin.. ol" diyorum. Bu aralar sakin olmanın yollarını aramakla; bulduklarımı da uygulamaya çalışmakla geçiriyorum zamanımı. Çok hızlı yaşıyorum. Hızlı düşünmem ve hızlı hareket etmem bekleniyor benden. Bu aralar dediğim zaman, önümüzdeki haftanın sonunda bitecek. Bu gece bunun mutluluğunu yaşıyorum. Sağlıklı yaşamaya başlayacağımın da göstergesi bu bitiş.
İş yaşamındaki hareketi özel yaşamıma da aktarmanın zamanı geldi, dedim bu sabah. İki alanı aynı hareketlilikte yaşayamıyorum aynı anda. Her pazarı evde uflaya puflaya geçiren "beni", bu sabah yataktan büyük bir enerji ile çıkarmayı başardım. Kahvaltıdan sonra, uzun zamandır beni rahatsız eden "gereksizlerden" kurtulmaya karar verdim. Atılacakları attım. Elimdeki süpürge ile giriştim işe. Kitaplığın tozlarını aldım; kitapları olmaları gereken yerlere yerleştirdim. Hızımı alamadım. Tüm evi temizledim. Anneciğim pek mutlu oldu.
Kızım genç kız oldu, demiştim sanırım. Akşam kendi bedenime bakım yaparken, O'na da yaptık aynını. Genç kız* olduğu gerçeğini özümsemeye başlıyorum ben de, dedim kendi kendime. Artık kucağımda tuttuğum, dudağının kıyısından süt akan bebek değil Suzi. Bu yıla gelinceğe değin kafamdaki görüntü hep buydu. Belki bu duruma alıştığımda yeniden o görüntüye dönüşü yaşarım. Kim bilir. "Sakin... sakin.. ol."durumu bu konuda da geçerli.
Başka ne var ne yok? Yazmayı özledim. Günlük yazmadan yazamadığımı biliyorum. İlk defa bu dönem yazabilecek zamanı bulamadım. Ya da ben yaşlandım. Sabaha dek oturabilen "ben" şimdi en fazla 12 de yatağa gidiyor. Bu gece hariç. Akşamüstü aldığım kas gevşeticinin etkisiyle uyumuşum. Şimdi o uykunun bana getirisini değerlendiriyorum.
Ne güzelmiş "öylesine" yazacak zamanımın olması. Bu gecelik ben bu kadarım. Bu kadar olmayı da özlemişim.
*Delikanlı/Genç erkek vs Genç kız/kadın.. ayrımı yapılmamaktadır bu sözcükle:-)

13 Mayıs 2012 Pazar

Suzi ve Ben

Göğsünde uyumaya hazırlanırken ve O çoktan uyumuşken, duyduğum kalp atışının benimkinden önce durmasından korkarak uyumaya çalışmak çok zor. Bazen "Acaba ben O'nu ayak bağı gibi mi düşünüyorum.. hani bağlaması çok zordur ama o derecede de kolay dolanır ayağınıza.." diye diye kendi kendimi sorgulayıp -bazen de fazlaca haksızca- eleştirdiğim zamanlarda "ben " olmak çok zordur. Ne zaman ki kendimi hayatın akışına bırakmaya hazırım ve hiç düşünmeden o akıntıda sürükleneceğim desem, karşımda olmasa da zihnimdeki O'nun yüzüne bakmak.. daha da zordur. Doğurmak bunlardan daha zor değildi ama çok da zor doğurmuştum. Şimdi en başa dönüyorum. Kalbini dinlemek O'nun en zoru. Bedeninden çıkan "insana" sorumluluk duyuyor doğuran. Bedenin yaşadıkça, diğer sen gibi gördüğün-öyle görmemek lazım tamam ama-bedeninden çıkan canlı-kanlı-etli-kemikli sevdiğin "insanın" da yaşamasını istiyorsun. Sanırım "evlat acısı" denilen de bundan dolayı en zoru kaybetmeler arasında. Bunu yaşamamak için anne olunmamalı. Olunacaksa da bu harika bir şey değil, en baştan bilinmeli. Yaşamanın acısına acı katmak birini doğurmak. "Buna rağmenlerle" devam etmeyeceğim... Sevmekten "zaten" bahsettim şunca satırdır.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

GECENİN İÇİNE..

Haftasonu eve iş getirdim; sırf haftaiçi yapacaklarımı kolaylamak için. Erken uyandım ki erken başlayayım çalışmaya. Çok erken başlamam gerekmiyordu ama "maç" var dedim; çalıştırmazlar beni akşam.. Öyle de oldu. Sinirlerim tepemde. Benim sinirlerim tepemde ama dışarıda da ciddi ciddi bir tehlike yaşanıyor. Fren sesleri durmuyor. Şu an evde ya da bir ambulans içinde hasta olanlar da dahil bu durumdan rahatsız olan herkes adına: "Yeter artık!" diyorum. Bildik düşünceyi tekrar edeceğim ama onca adaletsizlik varken şu memlekette birlik beraberlikle baş kaldırılmayı bekleyen, bu gece yaşananları cidden hazmedemiyorum ben. İnsanların eğlenmeye; çoşmaya ihtiyacı var ama.. düşüncesinden de tiksiniyorum. Ne eğlencesi bu? Vahşetin neresi eğlencedir? İnsanların canının yanması ne zamandır eğlence?
Müzik de dinleyemiyorum; film de izleyemiyorum. Kaldım olduğum yerde. Sussunlar diye bekliyorum. Öyle işte. Bu gecenin bende yarattığı psikoloji bu: Tiksinti kaynaklı sinir harbi. Titreme nöbetleri. Gecenin içine kusanların üstüne kusasım var içimdekileri.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

BİZ


Sahilde indik arabadan. El ele yürüdük; çok uzaktık eve. Çok yüksek olmasa da topuklarım, ayaklarım ağrıyacak sandım ama ağrımadılar hiç. Daha arabadan henüz inmiştik ki : "Hocam!" sözünü duydum. Pavlov'un köpeği gibiyiz biz bu sözün karşında. Döndüm baktım arkama. İki üç genç bir masada oturmuş çay içiyorlardı. Birini seçebildi gözlerim. O'na bakıp konuştum:) Doğru seçmişim, hocam diyen O'ydu. Mekan onlarınmış, çay ısmarlayayım dedi eski öğrencim. Teşekkür ettim, "Biz yürüyeceğiz," dedim. Suzi'yi işaret ettim. İyi dileklerde bulunduk birbirimize, yolumuza devam ettik.
Çocukluğumun güzel evlerini gösterdim kızıma. Birkaç kilometre ederdi sahil boyu. Her geçtiğimiz yerde hoşuma giden eskiden kalma sayıca azalmış müstakil evler.
"Anne, ben bunu kastediyorum, işte. Haftasonları çıkalım böyle. Anneannemle, dedemi de alalım," dedi Suzi. "Senin de hoşuna gidiyor görüyorsun."
Benim de "çok" hoşuma gidiyordu, evet. Alışık olmadığım topuklara rağmen yürüdük... yürüdük. Hiç de ağrımadı ayaklarım.
Eve yaklaştığımızda sıra oturacağımız çay bahçesini seçmeye geldi.
Deniz kenarındakine gittik ama içimize sinmedi. Devam ettik seçmeye.
"Tepedekine gidelim. Babanla gittiğimize," dedim.
Oraya gittik. Çok tatlı bir teyze vardı. Masa örtüsünü çekti aldı, silkelemek için. Yeniden masaya yayma işleminde.. örtüyü.. teyzeye yardım ettik. Teşekkür etti.
Suzi tost da istedi. Hayır, dedim. Doğum gününden geliyoruz. Yeterince yedik aaaaa:) dedim.
Bir çay söyledik, bir de cola.
"Babanla geldiğimizde, hangi masada oturuyorduk?" diye sordum Suzi'ye. Soruları soran kim olursa olsun-Suzi'yle aramızdaki budur- ikimiz aynı anda yanıt veririz.
İkimiz de farklı masaları gösterdik.
"Başka şeyleri hatırlıyoruz demek ki Suzi," dedim. Her iki masada da oturmuşuz belli ki.
...
Bu akşamüstü de çok güzeldi. Burkulan bir şey olmadı içimde. Suzi'nin de-sanırım.
Eve dönüş yolunda da güldük.
...
Şimdi odamın iki kapısı var. Birine alışığım, hep evin içine açılır. İkincisi yeni olan; dışa açılan. Terasa.. Sembolik bir anlamı olacak, anladığım.
...
Haftasonları, Suzi'yi dinlemeliymişim. Anladım:
"Ben burada ödev de yaparım. Anneannem, dedem de olsun ama. Şu sandalyede dedem, şunda da anneannem oturur.."
Ne söylemem lazımsa sanırım söyledim. Mutlu bir haftasonu, mutlu bir "biz". Gidenimiz, kalanımız ile.

4 Mayıs 2012 Cuma

İşaret

Biz hala kendimizi tamamlamaya çalışırken hatta yarım ve hatta çeyrek olduğumuzu daha yeni anlamışken doğurduk. Yıllar geçti ama değişmedi yarımlık, çeyreklik ama tamamlamaya da pek an/zaman kalmadı-ki onlar başladılar tamamlanma çabalarına. Bir yandan güzel derken bir yandan da panik havası esiyor anne sıfatımın üstünde. Hani üflesem, geçmeyecek. Çocukluk, ergenlik, yetişkinlik derken türlü türlü roller içinde "eriyoruz" ve bu erimenin adına da "yaşam" diyoruz. Yaşıyoruz.
Bu hafta yaşadığımı hissettim. Bunu hissedebildiğim için tabii ki mutluyum. Erisem de bitmiyorum. Hem bu güzel; hem bitsen de bitmek güzel. Yeter ki samimi olsun hissettiğin. Bitiş de tamamlanışa yakındır.
..
Akşamüstü birlikte yazdığım adamı düşündüm. Düşündüğümden hiç korkmadım: bana şimdi çok yabancıymış gibi gelse de demek ki yakındık, dedim. Aşk için yazmadık ama aşkla yazdık. Başka yaşamlardan içimize kalanlara ve kalanları yazdık, dedim. O zaman yani birlikte yazarken ne kadar yalnızsak, sonrasında da öyleydik, dedim. Yakındıysak da uzun sürmedi bu yakınlık ama yakındık, dedim.
Sonra da.. ne zaman uzak düştüğümüzü düşündüm. Yazılardan uzaklaştığımız ilk andı o "düşüş". Gerçek yaşam yani yemek-içmek, para kazanmak-kazanamamak, harcamak-harcayamamak, sevişmek-sevişememek arasında eridik. Eridik ve bittik ama bu kez -bunu hissedebildiğimiz için- mutluyum demedik. Ben demedim ve O da demedi, biliyorum. Sonuna dek gitme eğilimdeydim ben. Öyle coşkuluydum.. Karşılıklı yazdıklarımızı önce çok salla pati sonra da alenen "hiç" okumazken bitti. O okumadı; ben okumadım. Hiç konuşmadık. "Ben artık yazmıyorum," dedi. .... bir gün. Sonra kendim devam ettim. Yazdım. Gerçek yaşamla yazdığımız yaşamı yan yana tutmaya çalıştım. İnadına değil ama inandığım uğruna. Kendi adımlarımla yürüdüm. Gideceğim bir yer yoktu ama en azından yürüdüm.
..
Bu akşamüstü (akşamla üstü ayrı mı yazılır bitişik mi.. bilmiyorum şu an), en olamayacak yerde ve sadece bir "Merhaba"lık an ve mesafede O'nunla karşılaştım. O an ve mesafeye sığacak şekilde uzatmadan merhabalaştık. Başka bir şey konuşmadık. Konuşmazdık konuşabilecek olsak da. Ben O'na "Neden vazgeçtin?" demedim. O da bana.. demedi.
...
Yabancılaştırma efekti olarak, metrobüse bindim en sonrasında. İtiş kakış arasında, güldüm. Gerçek yaşamla,-yeniden- karşılaştım. Bir teyzenin yana düşmüş başı (yorgunluktan) kafamı olması gereken yere getirdi. Burnum, sağ yanımdaki pencere ile buluştuğunda, O hala ordaydı. Bekliyordu ama ben gidiyordum. Eliyle bir işaret yaptı anlamadım.

P.S. Yazılanları okumadığında daha önce okuyanlar.. bitmiştir. Ferah.. bir his ama keşke bitmese. Ya da bitse... her şey aynı ya.. bitse. İşareti de gerçek yaşamdaki gibi anlasak ve bitse.